KÜLTÜR & TARİH & SANAT TARİH & KÜLTÜR Misak-ı Milli ve Orijinal Belgeleri - Haritalarla tüm detayları.

Misak-ı Milli ve Orijinal Belgeleri - Haritalarla tüm detayları.

Misak-ı Milli ve Orijinal Belgeleri - Haritalarla tüm detayları.

 
  • 0 Oy - 0 Ortalama
 
Sahin
Forum Kurucusu
856
24-03-2013:13:36
#1

[Resim: misaki-milli-haritasi-temsili-E491-C867-2DC7.jpg]

Musul Bölgesi

I. Dünya Savaşı sonlarına kadar Batılı kaynaklarda genellikle, Irak’tan ayrı olarak, yukarı “El-Cezire” bölgesi içinde gösterilmekteydi. I. Dünya Savaşı’ndan sonra ise bölge, siyasî sebepler yüzünden, bir başka deyişle İngiltere’nin menfaatleri gereğince, Irak’ın parçası olarak kabul edildi ve öyle tanımlandı.

Gerçekte bölge, son bin yıldır Türk egemenliği altında oldu. Musul, ilk olarak 1055-1056 yıllarında Selçuklu Devleti’ne bağlandı. Bu tarihten itibaren Türkleşen Musul, I. Dünya Savaşı sonuna kadar farklı Türk devlet ve beylikleri tarafından yönetildi ve Türkler tarafından bir vatan toprağı olarak kabul edildi. Osmanlı Devleti öncesinde bölgede hepsi de Türk devlet ve beylikleri sayılan Zengiler, Timurlular, Akkoyunlular ve Safeviler hakimiyet kurdu.

Musul, Osmanlı hâkimiyetine ise Yavuz Sultan Selim’in 1514 tarihli Çaldıran Seferi’yle girdi. Kanuni Sultan Süleyman’ın 1534-1535 yıllarında gerçekleştirdiği Bağdat Seferi’yle bu hâkimiyet perçinlendi. Osmanlı hâkimiyeti ile birlikte Musul; Süleymaniye, Kerkük ve Musul sancaklarından meydana gelen bir vilâyetin merkezi oldu. 20. yüzyılın başlarında Musul vilayetinin nüfusu 350.000 civarındaydı.

[Resim: misak_i_milli_94_yil_sonra_yayinlandi_h434681.jpg]


Avrupalı sömürgeci devletlerin Musul üzerindeki emelleri ise, bu bölgenin çok önemli bir petrol yatağı olduğunun anlaşılmasıyla başladı. Özellikle İngiltere, 1910′lu yılların başından itibaren, gerek petrol kaynakları gerekse Hindistan yolu açısından taşıdığı stratejik yol nedeniyle Irak’ın geneline ve özellikel de Musul vilayetine göz dikti.

I. Dünya Savaşı, Avrupalı sömürgeci devletlerin hayallerini gerçekleştirmeleri için büyük bir fırsat oldu. Henüz savaş devam ederken İngiltere ve Fransa, gizlice imzalanan Sykes-Picot Anlaşması ile Ortadoğu’yu bölüşmüşler, Irak’ın İngiliz sömürgesi olması karara bağlanmıştı. Osmanlı İmparatorluğu’nun Almanya safında savaşa katılması, İngiltere ile Osmanlı’yı Ortadoğu’da karşı karşıya getirdi. İngiliz saldırısı ile açılan Irak Cephesi’nde, Hindistan’dan gönderilen İngiliz kuvvetleri Basra’ya çıkarak kısa zamanda Bağdat’a kadar ilerlediler. Ancak Osmanlı Orduları İngiliz ilerleyişini durdurdu ve Irak Cephesi’nde önemli başarılar elde etti.

Burada özellikle 1916 yılındaki Kut’ul-Amer zaferini belirtmek gerekir. Dicle nehrinin kıyısındaki bu kasaba, İngilizler tarafından ele geçirildikten sonra Halil Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunca kuşatılmış ve İngilizler ağır kayıplar vererek teslim olmak zorunda kalmışlardır. I. Dünya Savaşı’nın tarihçesini anlatan bir makaleye göre, bu zafer, “İngiliz ordusunun tarihindeki en büyük aşağılanmadır. Türkler – (ve onların müttefiki olan) Almanya – içinse, çok önemli bir moral takviyesi olmuş ve Ortadoğu’daki İngiliz etkisini tartışılmaz bir biçimde azaltmıştır.”1 Bu zaferin en önemli yönlerinden biri ise, bölgedeki Arapların hepsinin İngilizlere karşı Osmanlı ordusunun yanında yer almış, hatta bazılarının çatışmaya katılmış olmasıdır. Kut’ul-Amer, Osmanlı’nın Türk olmayan Müslüman tebasının, Osmanlı’ya sadakatini gösteren çok önemli bir tarihsel gerçektir ve tüm Arapların Osmanlı’ya ihanet ettikleri yönündeki asılsız söylemi geçersiz kılmaktadır.

[Resim: 137484509086.png]

Osmanlı orduları, Irak cephesindeki bu büyük başarıya rağmen, savaşın son iki yılında geri çekilmek zorunda kaldı. Ancak Irak’ın kuzeyini yine de başarıyla korudu. 30 Ekim 1918′de Mondros Mütarekesi imzalandığı sırada Ali İhsan (Sabis) Paşa 6. Ordu Kumandanı olarak Musul’da bulunuyordu. İngilizler ise ani bir işgal hareketi ile Musul’a egemen olmak istiyorlardı.

Mondros Mütarekesi’ni imzalayan hükümette sadrazam olan Ahmet İzzet Paşa, Ankara’yla iyi ilişkiler kurmak istedi. Mustafa Kemal de bu deneyimli komutana, her dönemde saygı gösterdi, diğer komutanlardan ayrı tuttu. Resimde ortada Ahmet İzzet Paşa ve Mustafa Kemal 1917′de Diyarbakır’da. 

Mütareke’nin yürürlüğe girdiği andan (31 Ekim 1918 günü, saat 12.00′de) itibaren, 6. Ordu birlikleri batıdan doğuya doğru Rakka, Miyadin, Telâfer, Dibeke, Çemçemal, Süleymaniye hattı üzerinde yer alıyordu. İngiliz kuvvetleri ise EI-Hazar, Gayyare, Altınköprü, Kerkük, Hanikin hattında bulunuyordu.2 Yâni Mütareke’nin imzalandığı gün, Kerkük merkezi hariç, Musul ve Musul vilâyetinin büyük bir kısmı Osmanlı Ordusu’nun elinde idi. Mütareke hükümlerine göre bölgede bulunan bütün kuvvetlerin yerlerinde kalmaları gerektiği halde, İngiliz kuvvetleri buna uymadılar. İlerlemeye devam eden İngilizler, l Kasım’da Hamamalil’e girdiler. Buradan Musul’u işgal edecekleri tehdidinde bulunarak Türk kuvvetlerinin Musul şehrinden 5 km. kuzeye çekilmelerini istediler.
Ali İhsan Paşa, İngilizler’in bu talebini Sadrazam’a bildirdi. Bir seri telgraf görüşmeleri sonucunda Sadrazam, Ali İhsan Paşa’ya 8 Kasım tarihli telgrafı ile, kan dökülmesini engellemek için, 15 Kasım günü şehrin boşaltılması emrini verdi. Ali İhsan Paşa, bu emre uygun olarak 10 Kasım’da Musul’u İngilizlere terk etti, ordu karargahı ile birlikte Nusaybin’e doğru çekildi.

Kısacası Musul, Mütareke hükümlerine ve uluslararası savaş kurallarına aykırı bir şekilde işgal edildi. Misak-ı Milli’ye göre güney sınırlarının tesbiti meselesinde Mütareke’nin yürürlüğe girdiği andaki ordumuzun fiili durumunun temel bir kıstas olarak dikkate alınması, bu nedenle son derece haklı ve önemli bir karardır ve İngiliz olup-bittisine karşı milli haklarımızı korumak anlamına gelmektedir.

[Resim: s-c0a87f769752f001bf3978e2fd45503a70f2378c.jpg]

Misak-ı Milli, son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı tarafından 28 Ocak 1920 tarihli gizli oturumda kararlaştırıldı. Misak-ı Milli’nin birinci maddesi, Türkiye’nin güney sınırlarını belirliyordu. Bu maddede şöyle yazılıydı:
“Osmanlı Devleti’nin özellikle Arap çoğunluğunun yerleşmiş olduğu (30 Ekim 1918 günkü Mütareke yapıldığı sırada) düşman ordularının işgali altında kalan bölgelerin geleceğinin, haklarını serbestçe açıklayacakları rey sonucu belirlenmesi gerekir; söz konusu mütareke çizgisi içinde din, soy ve amaç birliği bakımlarından birbirlerine bağlı olan, karşılıklı saygı ve özveri duyguları besleyen soy ve toplum ilişkileri ile çevrelerinin koşullarına saygılı Osmanlı-İslâm çoğunluğunun yerleşmiş bulunduğu kesimlerin tümü ister bir eylem, ister bir hükümle olsun, hiçbir nedenle birbirinden ayrılamayacak bir bütündür”.

Buna göre mütareke hattı esas alındığında Musul, Kerkük ve Süleymaniye’nin ve diğer tarafta Hatay bölgesinin Anadolu’nun ayrılmaz bir parçası olduğu açıktı. Mütareke anında Türk Ordusu’nun Gayyare’de bulunduğu gerçeği tüm kaynaklarca kabul edilmektedir. Sadece Kerkük sancağı 31 Ekim tarihi itibariyle İngiliz kuvvetlerinin eline geçmiş olarak gösteriliyorsa da Nejat Kaymaz, General Sedat Doğruer’in eserine dayanarak “Kerkük’ün de savaşın durması gereken saatten sonra İngilizler’in eline geçmiş olabileceği” ihtimalinin kuvvetle muhtemel olduğuna işaret etmektedir. Aslında bunun bir ihtimal olmadığını, kesin bir gerçeği ifade ettiğini Mustafa Kemal Paşa’nın tespitlerinden anlamak mümkündür. Mustafa Kemal Paşa daha Misâk-ı Mîllî ilân edilmeden önce Ankara’ya gelişinin ertesi günü Ziraat Okulu’nda yaptığı 28 Aralık 1920 tarihli konuşmasında haksız işgali dile getirerek Musul’un Mütareke anında Türk Ordusu’nun hâkimiyetinde bulunduğunu ifâde etmiş, İngiliz işgalini İstanbul’un işgalinde olduğu gibi haksız ve Mütareke hükümlerine uymayan bir teşebbüs olarak değerlendirmiştir.

Ancak İngilizler’in Musul’u işgal etmeleri askeri anlamda bir statü değişikliğinden başka bir anlam taşımayacaktı. Musul’u işgal ettiler, fakat bölgeye hâkim olamadılar. Bölgedeki aşiretleri kontrol altında tutma konusunda başarısız oldular. Kerkük ve Süleymaniye halkı İngiliz himayesine karşı direnişe geçti. Kürt, Arap veya Türkmen olsunlar, tüm Müslüman kabileler İngilizler’e vergi vermekte direnmişler, sık sık İngilizlere karşı eylemler düzenlemişlerdir. Musul halkı, Ankara’da ilk Meclis’in açılmasıyla güçlenen Millî Mücâdele hareketine de destek vermiştir. Hatta bölgede bulunan Araplar dahi İngilizler’e karşı Mustafa Kemal Paşa ile işbirliğine girmişlerdir. Tarihçi Mim Kemal Öke, İngiliz arşivlerine dayanarak Musul’daki Arap ve Kürtler’in, İngiliz himayesindeki Kral Faysal’a değil de Anadolu’daki Milli Mücadele hareketine dayanmayı tercih ettiklerini ifâde etmektedir”.

[Resim: misak_%C4%B1_milli.jpg]

Musul halkının tüm unsurlarının (Kürt, Türkmen ve Arapların) Osmanlı’ya ve yeni kurulan Ankara hükümetine karşı gösterdikleri bu sadakat karşısında Ankara hükümeti de duyarlı davranmıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın 1 Mayıs 1920 tarihinde B.M.M.’nde yaptığı konuşma, Musul konusundaki düşüncesini ve savunduğu politikayı açık bir şekilde ortaya koymaktadır:
“Hep kabul ettiğimiz esaslardan birisi ve belki birincisi olan hudut meselesi tayin ve tespit edilirken, hudud-u millîmiz, İskenderun’un cenubundan (güneyinden) geçer, şarka doğru uzanarak Musul’u, Süleymaniye’yi, Kerkük’ü ihtiva eder. İşte hudud-u millîmiz budur dedik!”4
Mustafa Kemal Paşa ve Ankara hükümeti, Musul konusundaki bu kararlılığı Lozan Konferansı’na kadar olan süre içinde çeşitli vesilelerle gösterdi. İngilizler’in Ocak 1921′de Erbil ve Revanduz arasında bulunan ve Ankara Hükümeti’ni destekleyen “Sürücü Aşireti”ne saldırmaları üzerine Mustafa Kemal Paşa, Millî Müdâfaa Vekâleti’ne çektiği telgrafla Revanduz bölgesine asker gönderilmesini istedi”.5 Bu görev Kaymakam ve Milis Yarbay Özdemir Bey’e verildi. Özdemir Bey, kuvvetleriyle başlangıçta bölgede oldukça önemli başarılar elde etti, ancak daha sonra geri çekilmek zorunda kaldı. Özdemir Bey’in Revanduz’da kazandığı başarı, bölgedeki halk ve aşiretler üzerindeki nüfuzu Türk Genelkurmayı’nı Musul’un kurtarılması için bâzı askerî tedbirlerin alınmasına sevk edecekti. Dönemin Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa 7 Eylül 1922 tarihli yazıyla El-Cezire Cephesi Kumandanlığından, Musul’a taarruz için gerekli hazırlıkların yapılmasını dahi istedi.

Görüldüğü gibi Ankara Hükümeti, daha Lozan Konferansı’nın başlamasından önce Musul’un gerekirse silah yoluyla kurtarılması için İngilizler’e karşı bir harekâtı göze almıştı. Kuşkusuz Musul halkının tamamına yakınının işgalci İngilizlere karşı Ankara Hükümeti’nin yanında yer alması, böyle bir harekatın hem nedeni hem de haklı gerekçesiydi. Ancak Türk Kuvvetleri’nden bir kısmının Batı Cephesi’ne kaydırılmak zorunda kalınması ve daha sonra Lozan Konferansı’nın başlaması, bu düşüncenin gerçekleşmesine engel oldu.

Lozan Konferansı’nda üzerinde en çetin tartışmaların yürütüldüğü konu ise “Musul Meselesi” oldu. Türkiye için hayatî bir öneme sahip olan Musul, I. Dünya Savaşı’nın galibi olarak Lozan Konferansı’na egemen olan İngiltere için de gerek zengin “petrol kaynakları” ve gerekse “Hindistan yolunun emniyeti” bakımından ele geçirilmesi zorunlu görülen stratejik ve ekonomik öneme sahip bir bölgeydi. Türkiye ise, haklı olarak, Misâk-ı Millî’nin vazgeçilmez bir parçası olan ve üzerinde yaşayan insanların da kendisiyle dil, din, kültür ve tarih bağlarıyla bağlı olduğu Musul vilayetine sahip olmak istiyordu. Lozan’a giden Türk heyetinin başında olan İsmet Paşa, gerek T.B.M.M.’de yaptığı konuşmada gerekse Sapanca’da trende iken gazetecilere verdiği demecinde Türk heyetinin amacının Misâk-ı Millîyi gerçekleştirmek olduğunu ısrarla vurgulamıştı. Musul meselesi, ilk olarak Lozan Konferansı’nın 23 Ocak 1923 tarihli oturumunda ele alındı. İsmet Paşa Türk tezini siyasî, tarihî, etnografik, coğrafî, ekonomik ve askerî açılardan geniş bir şekilde ve son derece tutarlı bir biçimde savundu.

İsmet Paşa’nın bu konuşması incelendiğinde Musul’un bir Türk toprağı olarak tanımlanmasındaki gerekçelerin yanı sıra İngiltere’nin ortaya koymaya çalıştığı iddiaları da çürüttüğü dikkati çekmektedir.Türk tezinin dayandığı temel noktalardan biri etnik sebeplerdir. Musul vilâyetinde yerleşik nüfus, 503.000 kişi olarak gösterilmiş, Türk-Kürt ayrımı yapılmaksızın çoğunluğun Türk olduğu vurgulanmış ve bölgenin Anadolu’dan ayrılamayacağı belirtilmiştir. İsmet Paşa son resmî Türk istatistiklerine dayanarak Musul’u meydana getiren unsurları şu şekilde göstermiştir:

[Resim: turkiye_harita.jpg]

Bu rakamlardan anlaşılacağı gibi, Araplarla Müslüman olmayan grupların Musul vilâyeti nüfusu içinde azınlıkta, Kürtler’le Türkler’in çoğunlukta olduğunu İngiliz temsilcileri de kabul etmiştir. İsmet Paşa’nın ortaya koyduğu diğer argümanlar ise şu şekilde özetlenebilir:

Musul vilâyetinde oturanlar yeniden Türkiye’ye bağlanmayı ısrarla istemektedirler; çünkü, sömürgeleşmiş bir halk olmaktan çıkarak, bağımsız bir devletin yurttaşları olacaklarını bilmektedirler. (Bu, aslında Musul’un Türkiye’ye bağlanmasını gerekli kılan en önemli değerdir ve günümüz için de geliştirilecek bir “Musul stratejisi” için en önemli değer olmalıdır.) Coğrafî ve siyasal bakımlardan, bu vilâyet, Anadolu’yu tamamlayan bir parçadır. Musul ancak Anadolu’ya bağlı kalmakla gerçek çıkış yerleri olan Akdeniz limanlarıyla sıkı ilişki kurabilecektir.
Hukukî bakımdan hâlâ Osmanlı Devleti’nin bir parçası olan Musul için İngiltere’nin yapacağı bütün antlaşmaların ve sözleşmelerin hukukî açıdan hiçbir değeri olamaz.

Anadolu’nun güney kesimlerini birleştiren yolların kavşak noktası olan Musul’un ticaret ilişkileri ve bu bölgenin güvenilirliği bakımından Türkiye’nin elinde olması zorunludur.
Musul vilâyeti, Türkiye’nin birçok başka parçaları gibi, savaşın durmasından sonra ve yapılmış sözleşmelere aykırı olarak Türkiye’den alınmıştır. Bu yüzden, aynı durumda kalmış öteki bölgeler gibi, Musul’un da Türkiye’ye verilmesi gerekir.

Ancak Musul’u elde etmeye kararlı olan İngiliz heyeti bu gerekçelere karşı çeşitli demagojilerle direndi ve Musul meselesi konferansın ikinci celsesine bırakıldı. İkinci celse görüşmelerinde meselenin iyice çıkmaza girmesi üzerine Türk heyeti yeni bir çözüm önerdi: Plebisit, yani halkoyu. Musul’da bir oylama yapılmalı ve vilayet halkına Türkiye’ye mi yoksa İngiliz mandası altındaki Irak’a mı katılmak istedikleri sorulmalıydı. Son derece akılcı, adilane ve makul olan bu teklif Lord Curzon tarafından kabul edilmedi. Gerekçe ise oldukça şaşırtıcıydı. Curzon’a göre, bölge halkının oy verme alışkanlığı yoktu. Bu konuda tecrübe sahibi olmadıklarından plebisitin amacını anlayamayacaklarını ileri sürdü. Bu samimiyetsiz argüman, İngilizlerin koruduklarını ve haklarını savunduklarını iddia ettikleri bölge halkını küçümsediklerini, onlara kendi geleceklerini tayin etme hakkını kesinlikle tanımadıklarını gösteriyordu. İngiltere, Musul halkına, dönemin egemen ideolojisi olan Sosyal Darwinizm gözüyle bakıyor, onları sözde güdülmesi ve İngiliz çıkarları için sömürülmesi gören “ilkeller” olarak görüyordu.
Plebisit teklifi karşısında Lord Curzon’un ikinci önemli manevrası Musul meselesinin, I. Dünya Savaşı’nın ardından galip devletler tarafından kurulan Milletler Cemiyeti’ne havale edilmesi ve kararın cemiyet tarafından verilmesi teklifiydi. Bu teklif İngiltere’nin müttefikleri tarafından da desteklenmiştir. Ancak elbette ki bu istek İngiltere’nin Musul meselesini neredeyse kendine havale etmesi anlamına geliyordu. Çünkü İngiltere Milletler Cemiyeti’nin kurucusu ve en güçlü birkaç üyesinden biriydi. Bu kuruluşun İngiliz çıkarlarına aykırı bir karar vermeyeceği çok açıktı. Türkiye ise Milletler Cemiyeti’ne üye bile değildi.

Dolayısıyla Türk heyeti İngiltere’nin bu tuzak teklifini kabul etmedi. Türkiye’nin Musul’dan vazgeçmeyeceğini ifade etti. Lozan Konferansı’nın sonraki celselerinde de bir gelişme olmadı. 4 Şubat’ta yeni bir barış projesi hazırlayan İngilizler ve müttefikleri barış görüşmelerinin kesilmesi tehdidinde bulunarak bunu Türk heyetine kabul ettirmeye çalıştılar. İsmet Paşa bu teklifi kabul etmedi ancak 4 Şubat 1923 tarihinde yazılı bir teklif yaparak Musul meselesini Türkiye ile İngiltere arasında bir yıl içinde ortak bir anlaşmayla çözümlenmek üzere konferans programından çıkarılmasını istedi. Görüşmeler aynı gün sona erdi ve Türk heyeti yurda döndü.

[Resim: genisleme-mi-dayanisma-mi--3132770.Jpeg]

“Hep kabul ettiğimiz esaslardan birisi ve belki birincisi olan hudut meselesi tayin ve tespit edilirken, hudud-u millîmiz, İskenderun’un cenubundan (güneyinden) geçer, şarka doğru uzanarak Musul’u, Süleymaniye’yi, Kerkük’ü ihtiva eder.İşte hudud-u millîmiz budur dedik!”

Kısacası, Lozan Barış Konferansı Musul meselesini çözüme kavuşturamadan sona erdi. Mesele Lozan Antlaşması’ndan sonra Haziran 1926 tarihine kadar sürüncemede kalacaktı. Üç yıllık bir zaman dilimi içerisinde mesele önce 19 Mayıs 1924 tarihinden itibaren Haliç Konferansı’nda ele alınacak, daha sonra Milletler Cemiyeti Meclisi’nde görüşülecek ve nihayet, Haziran 1926 tarihli Ankara Antlaşması ile neticelenecekti.
Bu sürede yaşanan gelişmeler ise, aslında Türk tezinin haklı olduğunu gösteriyordu. Musul halkında, Kürt, Türkmen veya Arap olsun, Türkiye’ye katılma yönündeki eğilimler ağır basmaya devam etti. Özellikle Kürtlerin Türkiye’ye ve Ankara’ya olan bağlılığı dikkat çekiciydi. Bitlis Mebusu Yusuf Ziya Bey, TBMM’de yaptığı konuşmada, bir Kürt olarak, “Bir insanı ikiye bölmek veyahut herhangi bir parçasını ayırmak mümkün değil ise, Musul’u Türkiye’den ayırmak da mümkün değildir” diyerek, bölgede Türkler ve Kürtler arasında bir ayrılığın olmadığını savunmuştu.

Uyuşmazlığı gidermek amacıyla 19 Mayıs 1924′de İstanbul’da İngiltere’yle başlayan ikili görüşmelerde İngiltere’nin Irak lehine Hakkari üzerinde de hak iddia etmesi üzerine Konferans’tan sonuç alınamadı. Bunun üzerine İngiltere Musul meselesini 6 Ağustos’ta Milletler Cemiyeti’ne götürdü.
önceki görüşlerinde ısrar ederek Musul’da bir halk oylaması yapılmasını istediyse de İngiltere bu talebi de daha önce Lozan’da yaptığı gibi “bölgede yaşayan halkın cahil olduğu ve sınır işlerinden anlamadığı” gibi küstah bir gerekçeyle kabul etmedi.10 Milletler Cemiyeti, 30 Eylül 1924′te bir soruşturma kurulu kurulmasını kararlaştırdı. Komisyon başkanlığına da Macaristan’ın eski başbakanlarından Kont Teleki getirildi. Komisyon Irak’ta incelemede bulunarak Musul halkının görüşlerine başvuracaktı. Komisyon, çalışmalarını sürdürdüğü sırada İngilizlerin saldırgan tavırları ve kuzeye doğru yeni toprakları işgal etmesi, kanlı olayların meydana gelmesine neden oldu. Bunun üzerine Konsey, 28 Ekim 1924′te bir sınır tanımı yaparak “Brüksel Hattı” adıyla ve geçici mahiyette bir Türk-Irak sınırı tespit etti. Soruşturma Komisyonu hazırladığı raporu 16 Temmuz I925′te Cemiyet Meclisi’ne sundu. 

Raporda yer alan temel görüşler ana hatlarıyla şöyleydi:

Brüksel Hattı’nın coğrafî sınır olarak tespit edilmesi,
Musul vilâyetinde çoğunluğun, sayıları 500 bini bulan Kürtler’den meydana geldiği,
Kürtler’in Türk ve Arap nüfustan fazla olduğu,
1928 yılında sona erecek olan Irak’taki manda yönetiminin 25 yıl daha uzatılması,
Bölgedeki Kürtlere yönetim ve kültürel haklarının verilmesi kaydıyla Musul’un Irak yönetimine bırakılması,

[Resim: Ottoman_Empire_in_Asia_since_1792.jpg]

Milletler Cemiyeti Meclisi’nin, bölgenin iki ülke arasında taksimine karar vermesi halinde Küçük Zap çizgisinin sınır olarak kabul edilmesi, Milletler Cemiyeti, Irak’taki manda yönetiminin uzatılmasını ve Kürtler’e imtiyazlar tanımak suretiyle bölgenin Irak’a bırakılmasını uygun görmediği takdirde, Musul’un Türkiye’ye bırakılmasının uygun olacağı, İngiltere’nin Hakkari üzerindeki iddia ve isteklerinin kabul edilmemesi.

Türkiye’nin bu komisyon raporuna itiraz etmesi üzerine, Konsey, 19 Eylül 1925′te La Haye Adalet Divanı’ndan görüş istedi. Divan’ın verdiği karar, Milletler Cemiyeti Meclisi’nin işini kolaylaştırır nitelikteydi. Milletler Cemiyeti Meclisi, Türkiye’nin karşı çıkmasına rağmen, 8 Aralık 1925′te Divan’ın kararını benimsediğini açıkladı. Hemen arkasından da 16 Aralık 1925′te Soruşturma Komisyonu Raporu’nu kabul ederek, Brüksel Hattı’nın güneyindeki toprakların Irak’a bırakılmasını kabul eden kararını aldı.

Türkiye’nin Milletler Cemiyeti kararına tepkisi büyük oldu. Ancak dönemin iç sorunları, Türkiye’nin henüz yeni savaştan çıkmış olması ve uluslararası alanda yalnız konumda bulunması, daha fazla direnilmesine engel oldu. Türkiye defalarca Musul konusundaki İngiliz oyunlarını kabul etmeyeceğini açıklamasına rağmen sonunda mecbur bırakılarak, Cemiyet Meclisi kararına uydu ve 5 Haziran I926′da yapılan Ankara Antlaşması ile Musul’u Irak’a terketmeyi kabul etti.

Ankara Antlaşması, “sınır, iyi komşuluk ilişkileri ve genel hükümler” adı ile üç kesim ve toplam 18 maddeden meydana geliyordu. Antlaşmanın bir ve ikinci maddesi Türk-Irak sınırını tespit etmiş, 14. madde ise bölgedeki petrol gelirinin %10′unun 25 yıl süreyle Türkiye’ye bırakılmasını öngörmüştü. Ancak Türkiye daha sonra 500 bin İngiliz lirası karşılığında bu hakkından vazgeçti.


[Resim: osmanlini.jpg]

Musul’un Kaybedilişinin Bilançosu

Musul vilayeti, Türkiye’nin hakkı olmasına rağmen ondan alınmıştır. Bu vilayette yaşayan insanların da rızasına aykırı olan bu uygulamanın hiçbir siyasi, tarihsel, hukuksal haklılığı yoktur.
Bu çok açık bir gerçek olduğu için, genç Türkiye Cumhuriyeti Musul’dan vazgeçmemek için büyük çaba göstermiştir. Büyük Önder Atatürk, bu konuda son derece ısrarlı ve kararlı davranmıştır. Değişik tarihlerdeki demeçlerinde Musul’un anavatandan ayrılmaz bir Türk yurdu olduğunu defalarca vurgulamıştır.
Öyle ki Lozan Konferansı sonrasında Musul konusunun çıkmaza girmesi, Türkiye’yi, bölgeyi savaşarak kazanma düşüncesine dahi yöneltmiştir. Konferansın başarısızlığa uğraması halinde karşılaşılacak güçlükler için o zamanki adı Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti olan Savunma Bakanlığı tarafından “çok gizli” kaydıyla bir harekât planı hazırlanmış, fakat uygulanmamıştır.

Mustafa Kemal Paşa ve İsmet Paşa, Musul üzerine bir askerî harekâtı çeşitli zamanlarda müzakere etmişler, hatta Kâzım Karabekir Paşa’ya Musul’un alınması için teklifte dahi bulunmuşlardır. Tüm bu askeri operasyon düşünceleri, TBMM hükümetlerinin ve Mustafa Kemal Paşa’nın Misâk-ı Millînin gerçekleştirilmesi hususundaki hassasiyetinden ve özellikle de Musul’a verdikleri değerden kaynaklanmaktadır.

Musul’un kaybedilişini hazırlayan gelişmeleri özetlersek, şöyle bir tablo çıkarabiliriz:
Bu süreçte Türkiye’ye karşı oynanan ilk oyun, Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra Kerkük sancağının İngilizler tarafından haksız işgalidir.

[Resim: kc132s.jpg]

İkinci oyun ise Lozan Konferansı’nda Türk heyetinin Musul’un Türkiye’ye verilmesi amacıyla sağlam temellere dayanarak savunduğu mükemmel tezine rağmen, İngiliz baskısı ile Musul meselesinin sonraya bırakılması ve Milletler Cemiyeti’ne havalesidir.

Musul meselesinde İngiltere’nin şiddetle direnmesi bölgenin petrol kaynakları açısından zengin oluşu, stratejik önemi ve İngiltere’nin imparatorluk yolları üzerinde oluşundan dolayıydı. Bölgenin sahip olduğu bu özellikler, İngiltere’nin ısrarcı, uzlaşmaz ve baskıcı tutumuna neden olmuştu. İngiltere’nin ortaya koyduğu bu tavrın bir diğer sebebi de I920′li yıllarda hâlâ Türk Milleti’nin hayat hakkını tanımak istememesiydi. Yendiklerini sandıkları Türk Milleti’nin yeniden ayağa kalkarak düşmanlarını püskürtmesi ve haklarını geri istemesi, İngiliz yönetimini hem şaşırtmış hem de öfkelendirmişti.

İngiltere’nin bu tavrı karşısında Türkiye’nin dış politika meselesindeki yalnızlığı, Musul’un kaybedilmesinde öne çıkan önemli bir nedendi. Bu yalnızlık, Milletler Cemiyeti’nde açıkça görülüyordu. Türkiye, Cemiyet’in üyesi bile değildi. İngiltere ise asli ve kurucu üyesiydi. Bu yapıdaki bir kurumdan Türkiye lehine bir kararın çıkması oldukça zordu. Bunun yanı sıra İngiltere; Irak, Milletler Cemiyeti, Soruşturma Komisyonu ve dünya kamuoyu üzerinde özellikle propaganda alanında üstün bir durumdaydı.

Tüm bu tarihçe içinde belki de en önemli olan nokta ise, Türkiye’nin tam iki kez Musul’da halk oylaması yapılmasını istemiş olmasıdır. Bu, elbette, Türkiye’nin Musul halkının kendisine olan sevgi ve bağlılığından endişe duymadığı için ileri sürülmüş bir tekliftir.

O zamanlardan günümüze miras kalacak bir politika varsa, o da bu sevgi ve bağlılığı yeniden tesis etmek, Kuzey Irak’taki insanların kalbini ve zihnini kazanarak, Türkiye’yi bölge itibar, nüfuz ve etki sahibi bir güç yapmak olmalıdır.

[Resim: 230420140955252895291_4.jpg]


Misaki Milli Metni

[Resim: 220511_misaki_milli2.jpg]
1) Osmanlı Devleti’nin özellikle Arap çoğunlukla meskûn olup 30 Ekim 1918 tarihli mütarekenin imzalanması sırasında hasım orduların işgali altında kalan kısımların geleceği, halkın serbestçe beyan edecekleri oylara göre tayin edilmek gerektiğinden adı geçen mütareke hattının içinde ve dışında din, ırk bakımından birleşik olan, birbirlerine karşılıklı saygı ve fedakârlık hisleriyle dolu, etnik ve sosyal haklarıyla çevre şartlarına tam uyum gösteren Osmanlı-İslâm ekseriyetinin oturduğu kısımların tamamı hakikaten veya hüküm yoluyla, hiçbir sebeple birbirlerinden ayrılamaz bir bütündür. 

2) Ahalisi ilk serbest kaldıkları zamanda halkoylaması ile Anavatana katılmış olan üç il için (Elviye-i Selase) gerektiğinde tekrar serbestçe halk oylamasına başvurulmasını kabul ederiz. 

3) Türkiye barışına bırakılan Batı Trakya’nın hukuki durumun saptanması da orada oturanların tam bir serbestlik içinde beyan edecekleri oylarıyla belirlenmelidir. 

4) İslâm Halifeliğinin ve Osmanlı saltanatının başkenti ve Osmanlı Hükümetinin merkezi olan İstanbul şehri ile Marmara Denizi’nin emniyeti her türlü tehlikeden uzak kalmalıdır. Bu esas saklı kalmak şartıyla, Akdeniz ve Karadeniz Boğazlarının dünya ticaret ve ulaşımına açık olması hakkında bizimle diğer ilgili bütün devletlerin birlikte verecekleri karar geçerli olacaktır. 

5) İtilâf Devletleri ile hasımları ve bazı ortakları arasında kararlaştırılan anlaşma esasları çerçevesinde, azınlıkların hakları, komşu ülkelerdeki Müslüman halkın aynı haklardan yararlanmaları şartıyla bizce de kabul edilecektir. 

6) Millî ve İktisadî gelişmemizin imkân dahilinde gelişmesi ve daha çağdaş bir düzenli yönetimle işleri yürütmeyi başarabilmek için her devlet gibi bizim de tam bir bağımsızlığa ve serbestliğe ihtiyacımız vardır. Bu hayatımızın ve geleceğimizin ana şartıdır. Bu sebeple siyasî, adli ve malî vesair gelişmemize engel olacak kayıtlara karşıyız. Gerçekleşecek borçlarımızın ödenmesi şartları da bunlara aykırı olmayacaktır. 28 Ocak 1920


[Resim: misakimilli.jpg]

MİSAK-I MİLLİ… BİR MECBURİYETİN ANATOMİSİ

Bugünlerde herkesin “Acaba Türkiye bölünecek mi?” kaygısını yaşıyor olmasına karşın ben, son bölünmeden önceki “Vatan” ile bugünkü vatan topraklarının hukuki belgesi olan “Misak-ı Milli” üzerine değerlendirmede bulunmak istiyorum.

Hepimizin adımız gibi belleğine kazıdığı Misak-ı Milli ve onun getirdikleri, mevcut devletimizin uluslararası arenadaki en önemli hukuki belgelerinden birisidir. Gerek ortaya çıkış koşulları gerekse bize getirdikleri birçoğumuzun iyi bildiği ancak yeterliliğini pek tartışmadığı bu hukuki dayanaktır. Ancak tam olarak neyin ifadesidir, ne şekilde ortaya çıkmıştır, neleri getirmiş ve neleri götürmüştür?

Bütün bunlar günümüz koşullarında yeniden tartışılmaya muhtaçtır.

Birinci Dünya Savaşı’nın sürdüğü yıllarda, hem de Mondros Mütarekesi ile Osmanlı topraklarının fiilen işgal edilmeye başlandığı günlerde resmen ortaya çıkan Misak-ı Milli, Türklerin vazgeçilmez vatan sınırlarını belirleyen, uluslararası arenada Türkiye Cumhuriyeti’ne meşruiyet kazandıran en önemli belgelerden birisidir. Ancak yeni Türk Devleti’ne bu meşruiyeti sağlamasına karşın Misak-ı Milli’nin, çok zor koşullar altında ortaya çıkan bir belge olduğu için eksik kalan yönleri de vardır. Özellikle çizilen sınırlar konusu bugüne kadar yeterince tartışılmamıştır. Oysa ki 1918’de Wilson Prensiplerinin[1] dünyaya hâkim olduğu bir dönemde, Misak-ı Milli ile çizilen sınırlar, Osmanlı bakiyesi Türkleri ve Türklerle aynı kültür ve kader dairesinin içinde kalan toplumları kapsamaktan uzaktır.

[Resim: atat%C3%BCrk-%C3%BCn-istemedi%C4%9Fi-%C5...294551.jpg]

Tarihin Üç Önemli Belgesi

Misak-ı Millî’nin çizdiği sınırların ne olduğu gibi tartışmalardan uzaklaşarak belgenin niteliğine ve özüne biraz temas etmeye çalışalım. Bu belge niteliği ve taşıdığı özellikler dolayısıyla devletler hukuku ve siyaset bilimi alanındaki en önemli üç belgeden birisidir.

Günümüzün siyasal sınırları ve güç dengesi nasıl ki “1648 Westphalia Anlaşması” ile belirlenmişse, siyasal otoritenin biçimi ve ulusların (özellikle üçüncü dünyanın) bağımsızlık haklarının özü bu üç belgeye dayanır.

Bu belgelerden birincisi İngiliz Feodallerinin, Kral karşısında güçlerini pekiştirdikleri ve halkın egemenliğine giden yolu açan 1215 tarihli “Magna Carta Libertatum”’dur. Günümüz siyasal demokrasileri özü itibarıyla bu belgeyle doğmuşlardır. Yani mevcut siyasal sistemler bu belgeye dayanırlar.

İkinci önemli belge ise “1789 Fransız İhtilali” ile ortaya çıkan ve ulus-devlet düzeneğinin yeşerticisi olan “İnsan Hakları Beyannamesi”dir. Bu belge ile insan haklarına ve ulusal egemenliğe dayalı devlet sistemleri doğmuştur.

Üçüncü önemli belge ise Türklere ait bir belgedir. Bilinen adıyla Misak-ı Milli. Bu belge, diğerleri gibi insan hakları, devletin biçimi, demokrasinin içeriğine ilişkin detaylar taşımaktan ziyade ilk ulusal (milli, daha doğrusu bir milletin kendi gücüyle topyekûn ayağa kalkışı) bağımsızlık bildirgesi olarak karşımıza çıkar. Bu belgeyi özel kılan ise; imparatorluklar döneminde ulus-devlete dayalı ilk devleti çıkaran belge olmasının yanında o güne kadar sürmüş olan emperyalist egemen anlayışa karşı bir başkaldırı simgesi olmasıdır.

[Resim: Map%20Ottoman%20Empire.jpg]

Misak-ı Milli sadece içe karşı verilen bir mücadele değil aynı zamanda uluslar arası bir meydan okumadır. Bir başka önemli özelliği ise uluslararası sisteme karşı yöneltilen bir başkaldırı ve bir ulusal bağımsızlık bildirgesi olmasıdır ki diğerlerinden bu yönüyle tamamen ayrılır. Diğer ikisi devletin içinde krala ya da yönetime karşı bir çıkış iken Misak-ı Milli uluslar üstü ve hegemon sisteme karşı bir başkaldırıdır.

Magna Carta, zaten kralın gücünü paylaşan feodallerin, otoritesini biraz daha sağlamlaştırarak, bu durumu hukuki bir çerçeveye bağlamaktan öteye geçmezken, Misak-ı Milli, henüz resmen var olmayan bir devletin (daha doğrusu harita üzerinde parçalanmış bir devletin ardıllarının) sömürgeci emperyalizm karşısındaki eşsiz bir başkaldırısıdır

İnsan Hakları Beyannamesi ise; Onlarca önemli aydınlanmacı fikir adamının alt yapısını hazırladığı ve devletin, düzenin bir isyanla alaşağı edildiği bir zamanda ortaya çıkmış olmasına rağmen ortaya çıkışı ya da doğuşu itibarıyla bir olağanüstülük taşımaz. Misak-ı Milli’nin gerek ortaya çıkış koşulları gerekse belgenin muhatabı güçlerin o dönemdeki hâkim konumu ve en önemlisi tüm imkânsızlıklara karşın belgenin kısa sürede geçerlilik kazanması olağanüstülükler taşır.

[Resim: 123969.jpg]

Misak-ı Milli’nin Kabul Edildiği Siyasi Ortam

Misak-ı Milli her şeyden önce belge işgal altındaki bir başkentte ve kapısında işgal kuvvetlerinin askerlerinin nöbet tuttuğu bir mecliste kabul edilmiştir. Zaten bu belgenin kabul edilmesi Son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin kapatılma gerekçesi olmuştur.

Misak-ı Milli’nin meclis tarafından oylanmasından önce Edirne Mebusu Mehmet Şeref Bey’in yaptığı konuşmada;

“Ortaya, ölümümüze kadar sürecek olan, bir Misak-ı Millî çıktı. Bu öyle bir Misak-ı Millî’dir ki, Meclisimiz bunu kesin bir kararla bundan sonraki tarihimize kaydederken geçmişin güçlü ve parlak günleri kadar gelecekte de milletimiz için umduğumuz ve devletimiz için beklediğimiz en parlak günleri hazırlamış olacağız. “…”. Dünyadaki bütün acılı insanlara huzurlu bir gün yaşatabilmek için bunun, insanları çiğnemek ve esir yaşatmak istemediklerini ilân etmiş olan Avrupa’nın bütün uygar devletlerine duyurulmasını teklif ediyorum…” diyordu. Ardından önerge oylanmış ve teklif oybirliği ile kabul edilmiştir.

Misak-ı Milli’nin dikkat çeken satırbaşları şu şekilde özetlenebilir:

İşgal altındaki Arapların yoğunlukta olduğu İslam toprakları sosyal, dini ve beşeri bakımdan ayrılmaz bir bütünün parçasıdır ve ayrılamazlar.
Kars, Ardahan ve Batum için halkoylaması yapılmalıdır.
Batı Trakya’nın hürriyeti meselesi oylama ile belli olmalıdır.
Devletin adli, mali ve diğer alanlarında gelişmeyi engelleyici bağlar reddedilmiştir. Ortaya çıkacak devlet borçları ise yine bu esaslara göre ödenecektir.
Edirne Mebusu Şeref Bey’in sözlerinde dikkat çeken bir husus vardır. O da; geleceğe bir vasiyet bırakılmış olmasıdır. Yani ortada tam olarak kâğıda kaleme dökülemese de bir hayal vardır. Bu bakımdan belgenin yazıya dökülmüş halinin yanında yazıya dökülemeyen halinin, o günün koşullarında “hayal” olarak kalan kısmının etraflıca tartışılması gerekir.

[Resim: maxresdefault.jpg]

Milli Misak Türk Milletini Tutmuştur, Ama…

Misak, kelime anlamı olarak, tutmak, bağlamak, sabitlemek anlamlarına gelir. Bu anlamdan hareketle bu ahdleşme anlamının da etkisiyle Türk toplumunu uzun süre toparlamıştır.

Şimdi o günkü yapılan konuşmaları ve Misak-ı Milli’nin neleri içerdiğini biraz kenara bırakarak tartışmamıza geçelim.

Modern hukukta ve uluslar arası hukukta bazı kaideler vardır. Mesela “Eski anlaşmalar en iyi anlaşmalardır” sözü yazılı bir kural olmasa da teamüli geçerliliği olan, aktörlerin geçmişin sorunsuz zamanlarında imzalanmış anlaşmalarına sıkça atıf yaptığı bir sözdür. Bu söz, günümüzde devletlerarası ilişkiler her ne kadar belirli anlaşmalarla yapılmış olsa da, bu anlaşmaların kimi zaman olağanüstü durumlarda ya da belirli bir “hukuksuzluk” içerisinde imzalandığını ifade etmek için kullanılır. Bu bakımdan tartışma konusu olan hususların çözümünde geçmişin barış zamanlarında ve eşit şartlarda yapılmış anlaşmalarına atıflar yapılır.

Bir diğer önemli kaide ise yukarıdaki cümlede de nispeten geçtiği üzere anlaşmaların/akitlerin eşit taraflar arasında ve eşit şartlar altında imzalanmış olması hususudur. Aynı zamanda anlaşmaların belirli bir hakkaniyet ölçüsünde olması esastır. Hakkaniyet ilkesini gözetmeyen anlaşmalar daha o gün ölü doğmuş anlaşmalardır. Bunun en büyük örneklerinden ikisi “Sevres Anlaşması” ve “Versaille Barışı” olarak bilinen anlaşmalardır.

Sevr Anlaşması’nı, Misak-ı Milliyi hayata geçiren liderlik, tarihin çöplüğüne gönderirken Versay Barış Anlaşmasını da Adolf Hitler yırtıp atmıştır. Bunların her ikisi de hem kadim hukuka riayet etmeyen hem de mevcut koşullarında muhataplarının haklarını hiçe sayan anlaşmalardır. Bu sebeple yürürlükleri hiçbir şekilde olmamıştır.



Misak-ı Milli’nin İçeriği

Misak-ı Milli Belgesine geri dönelim;

Misak-ı Milli şu dört esas açısından hem o gün için hem de bugün için yeniden incelenmeye ve sorgulanmaya muhtaçtır. Bunlar;

Eski Anlaşmaların hiçe sayıldığı bir savaşlar çağında ortaya çıkan mecburiyet dolayısıyla çiğnenen hukukun iadesi, Osmanlı’nın ve O’nun geride kalan bakiyesinin hukuki statüsünü garantiye almış olan eski anlaşmalar,
Osmanlı kavramının sosyal ve içtimai sınırlarının doğru bir şekilde tespiti,
Sultan Abdulhamid’e iade-i itibar yolu açılarak Musul üzerinden eski hukuki hakların hayata geçirilmesi,
Osmanlının (Türk Egemenliği) olmadığı eski topraklarda yüz yıldır devam eden sorunları uygar batının hala çözememiş olması.
Misak-ı Milli, eski anlaşmalara ilişkin teamüllerin aç gözlü Avrupalılarca hiçe sayıldığı, hakkaniyet kuralının yerle bir edildiği bir ortamda, medeniyet denen canavarın tek dişini şarkın zayıf damarlarına ölümüne geçirdiği bir ortamda ortaya çıkmıştır.

Bir kere Misak-ı Milli’nin bu şekilde doğuşu bile Misak-ı Milli’nin asıl niteliğinden geride kaldığını göstermektedir. Çünkü silahların gölgesinde toplanan bir meclis ancak yangından kaçarcasına canını kurtarmaya çalışmış, kendi öz malı bir çok şeyden fedakârlıkta bulunmak zorunda kalmıştır. Silahların gölgesinde ancak ve ancak insanlığın en kutsal değeri yaşam hakkını gündeme getirebilmiş, sahip olduğu malını, mülkünü ve tüm hukuki haklarını gündeme getirmekten aciz kalmıştır. Bu koşullarda misak-ı Milli’nin sınırları bir mecburiyetin çizebileceği en geniş sınırlardır.

Misak-ı Milli bir başkaldırı olmasına karşın, ancak canının derdine düşen birinin düşünebileceği ya da hesaba katabileceği bir çerçeveye sahiptir. İnsanlık geleneğinde can’ın her zaman için bir dokunulmazlığı vardır. Misak-ı Milli de başkaldırısını yaparken çok da ileri gidememiş, ancak bu eski hukuk kaidesinin insafına sığınır bir ölçekte önce can tanımına giren toprakların sınırını çizmiştir.

[Resim: 1718yy-osmali.jpg]

Oysaki yangından kaçanların geride nice nice malı mülkü kalmıştır. Gerek Birinci Dünya Savaşı’nın saldırgan ve güçlü Avrupa’sının tutumu gerekse İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği yeni konjonktür karşısında Türkiye Cumhuriyeti, eski defterleri açmaktan hep kaçınmıştır. Özellikle Sovyetlerin ortaya çıkışıyla Avrupa ve Asya haritasının beklenmedik şekilde değişmesi hiçbir devlete adam akıllı geçmişin defterlerine el atma fırsatı vermemiştir.

Mesela Fransa ve İngiltere, Ortadoğu’dan güçlerinin zayıflaması dolayısıyla çekilirken bölgeyi sürekliliği arz eden sorunlarla baş başa bırakmış, çözümleri güçlenecekleri ileri bir tarihe yine kendi inisiyatiflerinde olacak şekilde ertelemişlerdir.

Ortadoğu’da hala devam etmekte olan sorunun temeli de Fransa ve İngiltere’nin o çok bilinen “Şark Sorunu” çerçevesinde bölgesel haritayı içinden çıkılamaz bir hale getirmeleridir. Bu çerçevede Fransa ve İngiltere bölgeye el atmayı hep istemişse de daha 1930’larda Hitler’in Avrupa için bir tehdit olarak ortaya çıkması, bu ülkelerin bölgeye ilgisini aynı derecede devam ettirmesini engellemiştir.

Türkiye için ise durum bilindiği gibi “Şeyh Sait İsyanı” ile sürecin ve ilginin kesilmesi şeklindedir. Daha doğrusu o dönemde ortaya çıkan “Milletler Cemiyeti”, Fransa ve İngiltere’nin isteği doğrultusunda Türkiye’nin güneyini (Musul) Türkiye’den koparmış, ancak İkinci Dünya Savaşı başlayınca da statüsü tartışmalı Hatay’ı bir rüşvet olarak Türkiye’ye ikram etmiştir.

Aynı çevrelerin yine statüsü tartışmalı “Oniki Adaları” Türkiye’ye vermemiş olması da ilginçtir. Çünkü o dönemde Almanya’nın krom ihtiyacını[5] karşılayan Türkiye’nin, Akdeniz’i kontrol etmesini sağlayacak olan Oniki Adaları elinde tutması tehlikeli bulunmuştur. Bu, olası bir Alman-Türk ittifakı durumunda Akdeniz’in, Fransa ve İngiltere tarafından tamamen kaybedilmesi demektir.

[Resim: anadolu-turk-beylikleri.jpg]

Bu davranış, 1935 Akdeniz Paktı ile Türkiye’nin güvenliğini İtalya’ya karşı garanti altına alan Fransa ve İngiltere’nin Türkiye ile yürüttükleri ilişkinin gerek içeriğini gerekse samimiyetini göstermesi bakımından çok önemlidir. Zaten bu yüzdendir ki İsmet İnönü, bütün ısrarlara rağmen –açlık ve kıtlık pahasına da olsa- Türkiye’yi fiilen savaşa sokmaya hiçbir şekilde yanaşmamıştır.

1950 ve sonrası ise dünyada yepyeni bir düzenin kurulduğu yılları ifade eder. Sovyetlerin yarattığı kırılma sonucu Varşova Paktı ve NATO Paktı ortaya çıkarken, bu iki paktın merkezinde yer almayan devletler ABD ve Sovyetler etrafında “kümelenmek” zorunda kalmışlardır. Haliyle böyle bir kümelenme ihtiyacı dünya devletlerinin hemen hepsini milli çizgilerinden ayrı bir siyasetin içine sokmuştur. Türkiye de bu çerçevede milli siyasetine NATO ayarı vermiş, uluslar arası ilişkiler ağındaki yerini NATO Konsepti’nin elverdiği ölçülerde almıştır.

Sovyet tehdidi ile ABD politikalarının cenderesine sıkışan Türkiye, 1989 yılında Sovyetlerin yıkıldığı güne kadar Misak-ı Milli hali hazırda elimizde bulunan sınırlarının dışında Türk Medeniyetine ilişkin en ufak bir emare aramamıştır[7]. Oysa, bin yıldır bu bölgede yaşayan Türkler, sosyal, ekonomik, siyasi ve kültürel izler bırakmış, kültürler ve toplumlar arası kaynaşmalar olurken demografi bakımdan da tüm bölge kozmopolit bir nitelik almıştır.

Sonuç olarak içine kapanan bir Türkiye ve dönemin mecburiyetleri gereği çerçevesi oldukça dar çizilmiş bir Misak-ı Milli’nin ancak elde edilebilen kısmına hükümran bir ülke. Gerek NATO’yla yürütülen bu bağımlılık ilişkisi gerekse Türkiye’nin kendine özgü içine kapanıklığı Türkiye’nin doğal hinterlandına ilişkin politikalar üretmesini engellemiştir.

[Resim: misakimilli.jpg]

Misak-ı Milli’nin Mutlak Anlamda Coğrafyaya Olan Kayıtsızlığı ve Yeniden Tanımlama Gereği

Gerçekçi Bir Misak-ı Milli Nasıl Olmalıdır?

Oysaki Türkiye, gerek şu an ki kurulu olduğu coğrafya itibarıyla gerekse devraldığı mirasın sosyo-ekonomik, tarihi ve kültürel coğrafyasının uzantıları bakımından çok büyük bir ülkedir. Bu sebeple Türkiye’yi “Edirne’den Kars’a kadar” diye tanımlayan bütün ifadeler külliyen yanlıştır.

Çünkü,

Gerek kendi dilimizin zenginliği gerekse ortak Osmanlı Türk kültürü dolayısıyla Basra’dan yola çıkan birisi bir tercümana gerek duymadan Kosova’ya, Üsküp’e kadar sorunsuz yolculuk edebilmektedir. Her ne kadar güneyimizdeki Arap coğrafyasında dil problemi biraz öne çıkar gibi olsa da “Türk” olduğunuzu belirtmeniz onlar için “dindaş, kardeş” kavramı çerçevesinde günlerce ağırlanmanıza yeterlidir. Böylesi bir kültürel kardeşliğin bir İstanbul’dan, Kars’tan ya da Ege’nin herhangi bir köyünden ayrı tutulması hangi hukukun öngörebileceği bir hakkaniyettir bunun sorgulanması gerekir. Aynı şekilde İpsala Sınır Kapısını aşan bir vatandaşımız tüm Balkanları, Makedonya’yı, Kosova’yı, Bosna’yı dil ve kültür problemi yaşamadan dolaşabiliyorsa, buraların ayrı bir “devletler hukuku kişisi” olarak görülmesi hukukun doğasına zehir katmaktır.

Ayrıca daha 1980’li yıllara kadar eski Son Osmanlı Halifesi adına hutbe okunan Sudan, Moritanya gibi Afrika ülkelerini de sayacak olduğumuzda harita çok daha geniş bir coğrafyayı içine alır. Her ne kadar bugün bu geniş coğrafyayı Pentagon Genişletilmiş Ortadoğu olarak yeniden tanımlayıp biçimlendirme işini bize vermiş olsa da ortada bambaşka bir gerçek vardır. Bugün Türkiye’nin siyasetçisiyle, aydınıyla, okuruyla, yazarıyla üzerine gitmesi gereken çok önemli konulardan birisidir. Her ne kadar bu geniş coğrafyanın tek bayrak altında birleştirilmesi teknik olarak mümkün olmasa da tüm bu coğrafyanın gerçek Misak-ı Milli’nin “Lebensraum”u olduğundan hareketle sınırların kademeli olarak yeniden tanımlanması gerekir. Öncelikli olarak en geniş haliyle bir tanımlama yapıldıktan sonra, tüm bölgeyi masaya yatırarak “birbirinin mütememmim cüzü” olan topraklar tek merkezli yeni bir haritanın içine alınmalıdır. İkinci aşamada ise asgari müştereklerin daha vazgeçilmezlerinden hareketle ikinci bir daire çizilerek birbirinden coğrafi, siyasi, ekonomik, kültürel, tarihi vb. yönlerden ayrılamaz yerler tespit edilmelidir. Mesela, hem dini hem de ırki bakımdan aynılığı olan bölgeler bu dairenin vazgeçilmez unsurlarıdır. Batum, Konya, Diyarbakır, Kars, Maraş, Samsun, Üsküp, Selanik, Musul, Kerkük, Halep, Bakü, Kıbrıs, Köstence ve akla gelebilecek onlarca şehir hepsi birbirisinin gerek sosyo-ekonomik, mimari ve kültürel bakımdan gerekse dinsel ve etnik bakımdan birbirinin kopyasıdır. Konuya bu açıdan bakınca bu kentlerin birbirinden ayrı düşmüş olması ancak ve ancak bir mecburiyet ve gayrı hukuksuzluğun baskın çıkması ile izah edilebilir.

[Resim: 20120122968ee361c67085677b6ad25c4af95375.jpg]

Misak-ı Milli çerçevesinde sürekli tartışılan özel bir konu olarak hep gündeme gelen Musul konusunda ise hem hukuki hem de teknik bakımdan basit bir çözüm yöntemi aslında önümüzde durmaktadır. Her ne kadar bu bölge 1925’te mecburi rızamızla Milletler Cemiyeti hüneriyle elimizden çıkmışsa da ortada yukarıda uzun uzun izah etmeye çalıştığımız bir hukuksuzluğun yarattığı statüko vardır. İngiliz Donanması’nın İskenderun Limanı açıklarında konuşlandığı bir ortamda savaştan yeni çıkmış bir devletin Musul için yapacak fazla bir şeyinin olmaması anlaşılır bir durumdur. Ancak bu konuda daha önceki hukuk yeniden masaya getirilmek zorundadır. Mesela Kars, Ardahan, Aras Çayı gibi konular; bugün mevcudiyeti devam etmeyen Sovyetler ile yapılmış anlaşmalar ile çözüme kavuşturulmuştur. “Devletlerin sürekliliği” ilkesi gereğince bugün olmayan bir devletle imzalanan anlaşma onun mirasçıları ile aramızda hukuki bir geçerlilik ifade ediyorsa aynı ilke Musul ve diğer konularda da işletilmelidir. Kıbrıs konusunda da aynı ilke geçerlidir. Kıbrıs, “İngilizlerin emanetçilikten gaspçılığa yöneldiği bir oldubitti” ile elimizden çıkmıştır. Bütün bunlarla ilgili hukuki tartışmalar, yeniden ve Osmanlının barış dönemi anlaşmaları çerçevesinde ele alınmalıdır.

Ayrıca Musul konusunda Sultan Abdülhamid’in özel hukuka ilişkin hakları yeniden işletilmelidir. Bilindiği gibi bölgede petrolün bulunması üzerine durumun gideceği noktayı fark eden Abdulhamid devletin gelecekte düşeceği zor durumları hesaba katarak Musul’u Mülk-i Şahane ilan etmiştir. Yani devletin masaya koyabileceğin bir kamu malı olmaktan çıkarıp, her daim korunan bir kişisel hukuk nesnesi haline getirmiştir. Burada yapılması gereken en önemli şey, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Sultan Abdulhamid’e vereceği bir iade-i itibar” ile ittihat Terakki’nin bu konuda yapmış olduğu hatayı düzeltmesidir. O dönemde Abdülhamid’in şahsına yapılan haksızlığın hukuken iadesi durumunda Musul üzerindeki haklar doğrudan Devletler Özel Hukuku konusu olacaktır ki bu durumda saltanat ailesinin mülkü olması nedeniyle Musul’un hakları doğrudan Türkiye Cumhuriyetine geçecektir. Çok zorlama bir yol gibi görünse de özel haklar her halükarda korunması gereken haklar olduğu için Musul üzerindeki uluslar arası hukuka ilişkin tartışmaların özel hukuk alanına çekilmesi başka devletlerin konuya el atmasının önünü önemli ölçüde tıkayacaktır. Konunun bu boyuta taşınması imkânsız gibi görünse de ortada önemli bir hukuki gerçeklik vardır. Eğer ki bu tartışmanın gerek toplumsal zemini gerekse uluslar arası hukuktaki tabanı yaratılabilirse neden “Aaa… Gerçekten de durum aslında böyleydi…” denmesini sağlayamayalım.


Dipnotlar:


[1] Wilson Prensipleri, Lenin’in Şark Coğrafyası’ndaki ulusların kendi kaderini tayin etme hakkını söylediği 1917’den bir yıl sonra Atlantik’in öbür tarafından ABD’nin başkanı W. Wilson’un Lenin’in düşüncelerine benzer şekilde ortaya koyduğu prensiplerdir. En önemli ilkesi self determinasyon ile halkların kendi kaderini tayin hakkıdır.

[2] Bu anlamda insan haklarına ilişkin daha sonra başka evrensel nitelikli beyannameler (Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi gibi) ortaya çıkmışsa da günümüz devletler sisteminin ve insan hakları kavramının temeli bu belge olarak kabul edilir.

[3] Daha önce ortaya çıkmış kimi ulus devletler belki ilk ulus devlet sayılabilir belki ancak bunların hepsi güçlü Avrupa devletlerinin himayesindeki mandater devletlerdir. Oysaki Türk Devleti güçlüye rağmen kurulmuş bir devlettir.

[Resim: anadolu_turkdevletleri.jpg]

 O dönemde Çanakkale’ye, Kafkasya’ya, Galiçya’ya akın akın saldıran Avrupa medeniyet dairesi Türkleri insandan bile saymamış hatta İngiliz Başbakanı Winston Churchill, İngiltere Lordlar Kamarası’nda, Türklere karşı gaz bombası kullanılmasına karşı gelenlere “Biz insanları zehirlemeyeceğiz ki. Siz Türkler’i insandan mı sayıyorsunuz? Onlar köpek ve domuz gibi ancak hayvan sayılabilir.” demiştir.

 Krom o dönemin ağır silah sanayisindeki en önemli hammaddedir. O dönemlerde dünyadaki en büyük ve önemli krom üretici olan Türkiye, bir yandan tarafsızlığını korurken bir yandan da gönlünden geçen Almanya taraftarlığını Almanya’ya krom satarak göstermiştir. Zaten Almanlar Edirne’ye kadar gelmiş olmalarına rağmen özellikle bu yüzden Türkiye’ye saldırmamıştır. Türkiye krom satışını Almanların savaşı kaybedeceğinin belli olmaya başladığı 1943 yılına kadar sürdürmüştür.

 Çok çetin bir tarafsızlık politikası izleyen Türkiye, Almanya’nın ardından Japonya’nın da savaşı kaybedeceğinin kesin olarak anlaşıldığı 1945 Mayıs’ında her iki devlete de resmen savaş ilan etmiş ancak fiilen de savaşa girmemiştir. Bu savaş ilanı sayesinde Türkiye, Dumberton Oaks Anlaşmasına göre Birleşmiş Milletlerin kurucu üyesi sıfatı kazanmıştır.

[Resim: maxresdefault.jpg]

Basit bir örnek vermek gerekirse, İran’daki Kaşkay Türkleri buna önemli bir örnektir. 1935 yılında Şah Rıza’nın uçakları Türkleri bombalarken, Türkiye İran’da Türk olduğu iddiasını resmi ağızlardan reddetmiştir. Bu reddiye 1989 yılına kadar da resmen sürmüştür.


Misak-ı Millî'nin orijinal elyazması metni :


[Resim: 1932192_10152293757242860_4744079291303685252_n.jpg]

[Resim: 10172622_10152293757442860_376005053989929259_n.jpg]

[Resim: 10309423_10152293755937860_7250222274339776245_n.jpg]


[Resim: 1972369_10152293755987860_8977632475646912069_n.jpg]


[Resim: 970184_10152293755642860_6962459919731824901_n.jpg]


[Resim: 10172622_10152293755667860_2160417113719278915_n.jpg]


[Resim: 10154131_10152293755567860_547673203710251502_n.jpg]


[Resim: 10250037_10152293757147860_6414270596809582751_n.jpg]


[Resim: 10253910_10152293757192860_2961722960445061457_n.jpg]

ÖM ile soru cevaplamiyoruz! Forum'a yazın cevaplardan herkes yararlansın!
Sahin
24-03-2013:13:36 #1


[Resim: misaki-milli-haritasi-temsili-E491-C867-2DC7.jpg]

Musul Bölgesi

I. Dünya Savaşı sonlarına kadar Batılı kaynaklarda genellikle, Irak’tan ayrı olarak, yukarı “El-Cezire” bölgesi içinde gösterilmekteydi. I. Dünya Savaşı’ndan sonra ise bölge, siyasî sebepler yüzünden, bir başka deyişle İngiltere’nin menfaatleri gereğince, Irak’ın parçası olarak kabul edildi ve öyle tanımlandı.

Gerçekte bölge, son bin yıldır Türk egemenliği altında oldu. Musul, ilk olarak 1055-1056 yıllarında Selçuklu Devleti’ne bağlandı. Bu tarihten itibaren Türkleşen Musul, I. Dünya Savaşı sonuna kadar farklı Türk devlet ve beylikleri tarafından yönetildi ve Türkler tarafından bir vatan toprağı olarak kabul edildi. Osmanlı Devleti öncesinde bölgede hepsi de Türk devlet ve beylikleri sayılan Zengiler, Timurlular, Akkoyunlular ve Safeviler hakimiyet kurdu.

Musul, Osmanlı hâkimiyetine ise Yavuz Sultan Selim’in 1514 tarihli Çaldıran Seferi’yle girdi. Kanuni Sultan Süleyman’ın 1534-1535 yıllarında gerçekleştirdiği Bağdat Seferi’yle bu hâkimiyet perçinlendi. Osmanlı hâkimiyeti ile birlikte Musul; Süleymaniye, Kerkük ve Musul sancaklarından meydana gelen bir vilâyetin merkezi oldu. 20. yüzyılın başlarında Musul vilayetinin nüfusu 350.000 civarındaydı.

[Resim: misak_i_milli_94_yil_sonra_yayinlandi_h434681.jpg]


Avrupalı sömürgeci devletlerin Musul üzerindeki emelleri ise, bu bölgenin çok önemli bir petrol yatağı olduğunun anlaşılmasıyla başladı. Özellikle İngiltere, 1910′lu yılların başından itibaren, gerek petrol kaynakları gerekse Hindistan yolu açısından taşıdığı stratejik yol nedeniyle Irak’ın geneline ve özellikel de Musul vilayetine göz dikti.

I. Dünya Savaşı, Avrupalı sömürgeci devletlerin hayallerini gerçekleştirmeleri için büyük bir fırsat oldu. Henüz savaş devam ederken İngiltere ve Fransa, gizlice imzalanan Sykes-Picot Anlaşması ile Ortadoğu’yu bölüşmüşler, Irak’ın İngiliz sömürgesi olması karara bağlanmıştı. Osmanlı İmparatorluğu’nun Almanya safında savaşa katılması, İngiltere ile Osmanlı’yı Ortadoğu’da karşı karşıya getirdi. İngiliz saldırısı ile açılan Irak Cephesi’nde, Hindistan’dan gönderilen İngiliz kuvvetleri Basra’ya çıkarak kısa zamanda Bağdat’a kadar ilerlediler. Ancak Osmanlı Orduları İngiliz ilerleyişini durdurdu ve Irak Cephesi’nde önemli başarılar elde etti.

Burada özellikle 1916 yılındaki Kut’ul-Amer zaferini belirtmek gerekir. Dicle nehrinin kıyısındaki bu kasaba, İngilizler tarafından ele geçirildikten sonra Halil Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunca kuşatılmış ve İngilizler ağır kayıplar vererek teslim olmak zorunda kalmışlardır. I. Dünya Savaşı’nın tarihçesini anlatan bir makaleye göre, bu zafer, “İngiliz ordusunun tarihindeki en büyük aşağılanmadır. Türkler – (ve onların müttefiki olan) Almanya – içinse, çok önemli bir moral takviyesi olmuş ve Ortadoğu’daki İngiliz etkisini tartışılmaz bir biçimde azaltmıştır.”1 Bu zaferin en önemli yönlerinden biri ise, bölgedeki Arapların hepsinin İngilizlere karşı Osmanlı ordusunun yanında yer almış, hatta bazılarının çatışmaya katılmış olmasıdır. Kut’ul-Amer, Osmanlı’nın Türk olmayan Müslüman tebasının, Osmanlı’ya sadakatini gösteren çok önemli bir tarihsel gerçektir ve tüm Arapların Osmanlı’ya ihanet ettikleri yönündeki asılsız söylemi geçersiz kılmaktadır.

[Resim: 137484509086.png]

Osmanlı orduları, Irak cephesindeki bu büyük başarıya rağmen, savaşın son iki yılında geri çekilmek zorunda kaldı. Ancak Irak’ın kuzeyini yine de başarıyla korudu. 30 Ekim 1918′de Mondros Mütarekesi imzalandığı sırada Ali İhsan (Sabis) Paşa 6. Ordu Kumandanı olarak Musul’da bulunuyordu. İngilizler ise ani bir işgal hareketi ile Musul’a egemen olmak istiyorlardı.

Mondros Mütarekesi’ni imzalayan hükümette sadrazam olan Ahmet İzzet Paşa, Ankara’yla iyi ilişkiler kurmak istedi. Mustafa Kemal de bu deneyimli komutana, her dönemde saygı gösterdi, diğer komutanlardan ayrı tuttu. Resimde ortada Ahmet İzzet Paşa ve Mustafa Kemal 1917′de Diyarbakır’da. 

Mütareke’nin yürürlüğe girdiği andan (31 Ekim 1918 günü, saat 12.00′de) itibaren, 6. Ordu birlikleri batıdan doğuya doğru Rakka, Miyadin, Telâfer, Dibeke, Çemçemal, Süleymaniye hattı üzerinde yer alıyordu. İngiliz kuvvetleri ise EI-Hazar, Gayyare, Altınköprü, Kerkük, Hanikin hattında bulunuyordu.2 Yâni Mütareke’nin imzalandığı gün, Kerkük merkezi hariç, Musul ve Musul vilâyetinin büyük bir kısmı Osmanlı Ordusu’nun elinde idi. Mütareke hükümlerine göre bölgede bulunan bütün kuvvetlerin yerlerinde kalmaları gerektiği halde, İngiliz kuvvetleri buna uymadılar. İlerlemeye devam eden İngilizler, l Kasım’da Hamamalil’e girdiler. Buradan Musul’u işgal edecekleri tehdidinde bulunarak Türk kuvvetlerinin Musul şehrinden 5 km. kuzeye çekilmelerini istediler.
Ali İhsan Paşa, İngilizler’in bu talebini Sadrazam’a bildirdi. Bir seri telgraf görüşmeleri sonucunda Sadrazam, Ali İhsan Paşa’ya 8 Kasım tarihli telgrafı ile, kan dökülmesini engellemek için, 15 Kasım günü şehrin boşaltılması emrini verdi. Ali İhsan Paşa, bu emre uygun olarak 10 Kasım’da Musul’u İngilizlere terk etti, ordu karargahı ile birlikte Nusaybin’e doğru çekildi.

Kısacası Musul, Mütareke hükümlerine ve uluslararası savaş kurallarına aykırı bir şekilde işgal edildi. Misak-ı Milli’ye göre güney sınırlarının tesbiti meselesinde Mütareke’nin yürürlüğe girdiği andaki ordumuzun fiili durumunun temel bir kıstas olarak dikkate alınması, bu nedenle son derece haklı ve önemli bir karardır ve İngiliz olup-bittisine karşı milli haklarımızı korumak anlamına gelmektedir.

[Resim: s-c0a87f769752f001bf3978e2fd45503a70f2378c.jpg]

Misak-ı Milli, son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı tarafından 28 Ocak 1920 tarihli gizli oturumda kararlaştırıldı. Misak-ı Milli’nin birinci maddesi, Türkiye’nin güney sınırlarını belirliyordu. Bu maddede şöyle yazılıydı:
“Osmanlı Devleti’nin özellikle Arap çoğunluğunun yerleşmiş olduğu (30 Ekim 1918 günkü Mütareke yapıldığı sırada) düşman ordularının işgali altında kalan bölgelerin geleceğinin, haklarını serbestçe açıklayacakları rey sonucu belirlenmesi gerekir; söz konusu mütareke çizgisi içinde din, soy ve amaç birliği bakımlarından birbirlerine bağlı olan, karşılıklı saygı ve özveri duyguları besleyen soy ve toplum ilişkileri ile çevrelerinin koşullarına saygılı Osmanlı-İslâm çoğunluğunun yerleşmiş bulunduğu kesimlerin tümü ister bir eylem, ister bir hükümle olsun, hiçbir nedenle birbirinden ayrılamayacak bir bütündür”.

Buna göre mütareke hattı esas alındığında Musul, Kerkük ve Süleymaniye’nin ve diğer tarafta Hatay bölgesinin Anadolu’nun ayrılmaz bir parçası olduğu açıktı. Mütareke anında Türk Ordusu’nun Gayyare’de bulunduğu gerçeği tüm kaynaklarca kabul edilmektedir. Sadece Kerkük sancağı 31 Ekim tarihi itibariyle İngiliz kuvvetlerinin eline geçmiş olarak gösteriliyorsa da Nejat Kaymaz, General Sedat Doğruer’in eserine dayanarak “Kerkük’ün de savaşın durması gereken saatten sonra İngilizler’in eline geçmiş olabileceği” ihtimalinin kuvvetle muhtemel olduğuna işaret etmektedir. Aslında bunun bir ihtimal olmadığını, kesin bir gerçeği ifade ettiğini Mustafa Kemal Paşa’nın tespitlerinden anlamak mümkündür. Mustafa Kemal Paşa daha Misâk-ı Mîllî ilân edilmeden önce Ankara’ya gelişinin ertesi günü Ziraat Okulu’nda yaptığı 28 Aralık 1920 tarihli konuşmasında haksız işgali dile getirerek Musul’un Mütareke anında Türk Ordusu’nun hâkimiyetinde bulunduğunu ifâde etmiş, İngiliz işgalini İstanbul’un işgalinde olduğu gibi haksız ve Mütareke hükümlerine uymayan bir teşebbüs olarak değerlendirmiştir.

Ancak İngilizler’in Musul’u işgal etmeleri askeri anlamda bir statü değişikliğinden başka bir anlam taşımayacaktı. Musul’u işgal ettiler, fakat bölgeye hâkim olamadılar. Bölgedeki aşiretleri kontrol altında tutma konusunda başarısız oldular. Kerkük ve Süleymaniye halkı İngiliz himayesine karşı direnişe geçti. Kürt, Arap veya Türkmen olsunlar, tüm Müslüman kabileler İngilizler’e vergi vermekte direnmişler, sık sık İngilizlere karşı eylemler düzenlemişlerdir. Musul halkı, Ankara’da ilk Meclis’in açılmasıyla güçlenen Millî Mücâdele hareketine de destek vermiştir. Hatta bölgede bulunan Araplar dahi İngilizler’e karşı Mustafa Kemal Paşa ile işbirliğine girmişlerdir. Tarihçi Mim Kemal Öke, İngiliz arşivlerine dayanarak Musul’daki Arap ve Kürtler’in, İngiliz himayesindeki Kral Faysal’a değil de Anadolu’daki Milli Mücadele hareketine dayanmayı tercih ettiklerini ifâde etmektedir”.

[Resim: misak_%C4%B1_milli.jpg]

Musul halkının tüm unsurlarının (Kürt, Türkmen ve Arapların) Osmanlı’ya ve yeni kurulan Ankara hükümetine karşı gösterdikleri bu sadakat karşısında Ankara hükümeti de duyarlı davranmıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın 1 Mayıs 1920 tarihinde B.M.M.’nde yaptığı konuşma, Musul konusundaki düşüncesini ve savunduğu politikayı açık bir şekilde ortaya koymaktadır:
“Hep kabul ettiğimiz esaslardan birisi ve belki birincisi olan hudut meselesi tayin ve tespit edilirken, hudud-u millîmiz, İskenderun’un cenubundan (güneyinden) geçer, şarka doğru uzanarak Musul’u, Süleymaniye’yi, Kerkük’ü ihtiva eder. İşte hudud-u millîmiz budur dedik!”4
Mustafa Kemal Paşa ve Ankara hükümeti, Musul konusundaki bu kararlılığı Lozan Konferansı’na kadar olan süre içinde çeşitli vesilelerle gösterdi. İngilizler’in Ocak 1921′de Erbil ve Revanduz arasında bulunan ve Ankara Hükümeti’ni destekleyen “Sürücü Aşireti”ne saldırmaları üzerine Mustafa Kemal Paşa, Millî Müdâfaa Vekâleti’ne çektiği telgrafla Revanduz bölgesine asker gönderilmesini istedi”.5 Bu görev Kaymakam ve Milis Yarbay Özdemir Bey’e verildi. Özdemir Bey, kuvvetleriyle başlangıçta bölgede oldukça önemli başarılar elde etti, ancak daha sonra geri çekilmek zorunda kaldı. Özdemir Bey’in Revanduz’da kazandığı başarı, bölgedeki halk ve aşiretler üzerindeki nüfuzu Türk Genelkurmayı’nı Musul’un kurtarılması için bâzı askerî tedbirlerin alınmasına sevk edecekti. Dönemin Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa 7 Eylül 1922 tarihli yazıyla El-Cezire Cephesi Kumandanlığından, Musul’a taarruz için gerekli hazırlıkların yapılmasını dahi istedi.

Görüldüğü gibi Ankara Hükümeti, daha Lozan Konferansı’nın başlamasından önce Musul’un gerekirse silah yoluyla kurtarılması için İngilizler’e karşı bir harekâtı göze almıştı. Kuşkusuz Musul halkının tamamına yakınının işgalci İngilizlere karşı Ankara Hükümeti’nin yanında yer alması, böyle bir harekatın hem nedeni hem de haklı gerekçesiydi. Ancak Türk Kuvvetleri’nden bir kısmının Batı Cephesi’ne kaydırılmak zorunda kalınması ve daha sonra Lozan Konferansı’nın başlaması, bu düşüncenin gerçekleşmesine engel oldu.

Lozan Konferansı’nda üzerinde en çetin tartışmaların yürütüldüğü konu ise “Musul Meselesi” oldu. Türkiye için hayatî bir öneme sahip olan Musul, I. Dünya Savaşı’nın galibi olarak Lozan Konferansı’na egemen olan İngiltere için de gerek zengin “petrol kaynakları” ve gerekse “Hindistan yolunun emniyeti” bakımından ele geçirilmesi zorunlu görülen stratejik ve ekonomik öneme sahip bir bölgeydi. Türkiye ise, haklı olarak, Misâk-ı Millî’nin vazgeçilmez bir parçası olan ve üzerinde yaşayan insanların da kendisiyle dil, din, kültür ve tarih bağlarıyla bağlı olduğu Musul vilayetine sahip olmak istiyordu. Lozan’a giden Türk heyetinin başında olan İsmet Paşa, gerek T.B.M.M.’de yaptığı konuşmada gerekse Sapanca’da trende iken gazetecilere verdiği demecinde Türk heyetinin amacının Misâk-ı Millîyi gerçekleştirmek olduğunu ısrarla vurgulamıştı. Musul meselesi, ilk olarak Lozan Konferansı’nın 23 Ocak 1923 tarihli oturumunda ele alındı. İsmet Paşa Türk tezini siyasî, tarihî, etnografik, coğrafî, ekonomik ve askerî açılardan geniş bir şekilde ve son derece tutarlı bir biçimde savundu.

İsmet Paşa’nın bu konuşması incelendiğinde Musul’un bir Türk toprağı olarak tanımlanmasındaki gerekçelerin yanı sıra İngiltere’nin ortaya koymaya çalıştığı iddiaları da çürüttüğü dikkati çekmektedir.Türk tezinin dayandığı temel noktalardan biri etnik sebeplerdir. Musul vilâyetinde yerleşik nüfus, 503.000 kişi olarak gösterilmiş, Türk-Kürt ayrımı yapılmaksızın çoğunluğun Türk olduğu vurgulanmış ve bölgenin Anadolu’dan ayrılamayacağı belirtilmiştir. İsmet Paşa son resmî Türk istatistiklerine dayanarak Musul’u meydana getiren unsurları şu şekilde göstermiştir:

[Resim: turkiye_harita.jpg]

Bu rakamlardan anlaşılacağı gibi, Araplarla Müslüman olmayan grupların Musul vilâyeti nüfusu içinde azınlıkta, Kürtler’le Türkler’in çoğunlukta olduğunu İngiliz temsilcileri de kabul etmiştir. İsmet Paşa’nın ortaya koyduğu diğer argümanlar ise şu şekilde özetlenebilir:

Musul vilâyetinde oturanlar yeniden Türkiye’ye bağlanmayı ısrarla istemektedirler; çünkü, sömürgeleşmiş bir halk olmaktan çıkarak, bağımsız bir devletin yurttaşları olacaklarını bilmektedirler. (Bu, aslında Musul’un Türkiye’ye bağlanmasını gerekli kılan en önemli değerdir ve günümüz için de geliştirilecek bir “Musul stratejisi” için en önemli değer olmalıdır.) Coğrafî ve siyasal bakımlardan, bu vilâyet, Anadolu’yu tamamlayan bir parçadır. Musul ancak Anadolu’ya bağlı kalmakla gerçek çıkış yerleri olan Akdeniz limanlarıyla sıkı ilişki kurabilecektir.
Hukukî bakımdan hâlâ Osmanlı Devleti’nin bir parçası olan Musul için İngiltere’nin yapacağı bütün antlaşmaların ve sözleşmelerin hukukî açıdan hiçbir değeri olamaz.

Anadolu’nun güney kesimlerini birleştiren yolların kavşak noktası olan Musul’un ticaret ilişkileri ve bu bölgenin güvenilirliği bakımından Türkiye’nin elinde olması zorunludur.
Musul vilâyeti, Türkiye’nin birçok başka parçaları gibi, savaşın durmasından sonra ve yapılmış sözleşmelere aykırı olarak Türkiye’den alınmıştır. Bu yüzden, aynı durumda kalmış öteki bölgeler gibi, Musul’un da Türkiye’ye verilmesi gerekir.

Ancak Musul’u elde etmeye kararlı olan İngiliz heyeti bu gerekçelere karşı çeşitli demagojilerle direndi ve Musul meselesi konferansın ikinci celsesine bırakıldı. İkinci celse görüşmelerinde meselenin iyice çıkmaza girmesi üzerine Türk heyeti yeni bir çözüm önerdi: Plebisit, yani halkoyu. Musul’da bir oylama yapılmalı ve vilayet halkına Türkiye’ye mi yoksa İngiliz mandası altındaki Irak’a mı katılmak istedikleri sorulmalıydı. Son derece akılcı, adilane ve makul olan bu teklif Lord Curzon tarafından kabul edilmedi. Gerekçe ise oldukça şaşırtıcıydı. Curzon’a göre, bölge halkının oy verme alışkanlığı yoktu. Bu konuda tecrübe sahibi olmadıklarından plebisitin amacını anlayamayacaklarını ileri sürdü. Bu samimiyetsiz argüman, İngilizlerin koruduklarını ve haklarını savunduklarını iddia ettikleri bölge halkını küçümsediklerini, onlara kendi geleceklerini tayin etme hakkını kesinlikle tanımadıklarını gösteriyordu. İngiltere, Musul halkına, dönemin egemen ideolojisi olan Sosyal Darwinizm gözüyle bakıyor, onları sözde güdülmesi ve İngiliz çıkarları için sömürülmesi gören “ilkeller” olarak görüyordu.
Plebisit teklifi karşısında Lord Curzon’un ikinci önemli manevrası Musul meselesinin, I. Dünya Savaşı’nın ardından galip devletler tarafından kurulan Milletler Cemiyeti’ne havale edilmesi ve kararın cemiyet tarafından verilmesi teklifiydi. Bu teklif İngiltere’nin müttefikleri tarafından da desteklenmiştir. Ancak elbette ki bu istek İngiltere’nin Musul meselesini neredeyse kendine havale etmesi anlamına geliyordu. Çünkü İngiltere Milletler Cemiyeti’nin kurucusu ve en güçlü birkaç üyesinden biriydi. Bu kuruluşun İngiliz çıkarlarına aykırı bir karar vermeyeceği çok açıktı. Türkiye ise Milletler Cemiyeti’ne üye bile değildi.

Dolayısıyla Türk heyeti İngiltere’nin bu tuzak teklifini kabul etmedi. Türkiye’nin Musul’dan vazgeçmeyeceğini ifade etti. Lozan Konferansı’nın sonraki celselerinde de bir gelişme olmadı. 4 Şubat’ta yeni bir barış projesi hazırlayan İngilizler ve müttefikleri barış görüşmelerinin kesilmesi tehdidinde bulunarak bunu Türk heyetine kabul ettirmeye çalıştılar. İsmet Paşa bu teklifi kabul etmedi ancak 4 Şubat 1923 tarihinde yazılı bir teklif yaparak Musul meselesini Türkiye ile İngiltere arasında bir yıl içinde ortak bir anlaşmayla çözümlenmek üzere konferans programından çıkarılmasını istedi. Görüşmeler aynı gün sona erdi ve Türk heyeti yurda döndü.

[Resim: genisleme-mi-dayanisma-mi--3132770.Jpeg]

“Hep kabul ettiğimiz esaslardan birisi ve belki birincisi olan hudut meselesi tayin ve tespit edilirken, hudud-u millîmiz, İskenderun’un cenubundan (güneyinden) geçer, şarka doğru uzanarak Musul’u, Süleymaniye’yi, Kerkük’ü ihtiva eder.İşte hudud-u millîmiz budur dedik!”

Kısacası, Lozan Barış Konferansı Musul meselesini çözüme kavuşturamadan sona erdi. Mesele Lozan Antlaşması’ndan sonra Haziran 1926 tarihine kadar sürüncemede kalacaktı. Üç yıllık bir zaman dilimi içerisinde mesele önce 19 Mayıs 1924 tarihinden itibaren Haliç Konferansı’nda ele alınacak, daha sonra Milletler Cemiyeti Meclisi’nde görüşülecek ve nihayet, Haziran 1926 tarihli Ankara Antlaşması ile neticelenecekti.
Bu sürede yaşanan gelişmeler ise, aslında Türk tezinin haklı olduğunu gösteriyordu. Musul halkında, Kürt, Türkmen veya Arap olsun, Türkiye’ye katılma yönündeki eğilimler ağır basmaya devam etti. Özellikle Kürtlerin Türkiye’ye ve Ankara’ya olan bağlılığı dikkat çekiciydi. Bitlis Mebusu Yusuf Ziya Bey, TBMM’de yaptığı konuşmada, bir Kürt olarak, “Bir insanı ikiye bölmek veyahut herhangi bir parçasını ayırmak mümkün değil ise, Musul’u Türkiye’den ayırmak da mümkün değildir” diyerek, bölgede Türkler ve Kürtler arasında bir ayrılığın olmadığını savunmuştu.

Uyuşmazlığı gidermek amacıyla 19 Mayıs 1924′de İstanbul’da İngiltere’yle başlayan ikili görüşmelerde İngiltere’nin Irak lehine Hakkari üzerinde de hak iddia etmesi üzerine Konferans’tan sonuç alınamadı. Bunun üzerine İngiltere Musul meselesini 6 Ağustos’ta Milletler Cemiyeti’ne götürdü.
önceki görüşlerinde ısrar ederek Musul’da bir halk oylaması yapılmasını istediyse de İngiltere bu talebi de daha önce Lozan’da yaptığı gibi “bölgede yaşayan halkın cahil olduğu ve sınır işlerinden anlamadığı” gibi küstah bir gerekçeyle kabul etmedi.10 Milletler Cemiyeti, 30 Eylül 1924′te bir soruşturma kurulu kurulmasını kararlaştırdı. Komisyon başkanlığına da Macaristan’ın eski başbakanlarından Kont Teleki getirildi. Komisyon Irak’ta incelemede bulunarak Musul halkının görüşlerine başvuracaktı. Komisyon, çalışmalarını sürdürdüğü sırada İngilizlerin saldırgan tavırları ve kuzeye doğru yeni toprakları işgal etmesi, kanlı olayların meydana gelmesine neden oldu. Bunun üzerine Konsey, 28 Ekim 1924′te bir sınır tanımı yaparak “Brüksel Hattı” adıyla ve geçici mahiyette bir Türk-Irak sınırı tespit etti. Soruşturma Komisyonu hazırladığı raporu 16 Temmuz I925′te Cemiyet Meclisi’ne sundu. 

Raporda yer alan temel görüşler ana hatlarıyla şöyleydi:

Brüksel Hattı’nın coğrafî sınır olarak tespit edilmesi,
Musul vilâyetinde çoğunluğun, sayıları 500 bini bulan Kürtler’den meydana geldiği,
Kürtler’in Türk ve Arap nüfustan fazla olduğu,
1928 yılında sona erecek olan Irak’taki manda yönetiminin 25 yıl daha uzatılması,
Bölgedeki Kürtlere yönetim ve kültürel haklarının verilmesi kaydıyla Musul’un Irak yönetimine bırakılması,

[Resim: Ottoman_Empire_in_Asia_since_1792.jpg]

Milletler Cemiyeti Meclisi’nin, bölgenin iki ülke arasında taksimine karar vermesi halinde Küçük Zap çizgisinin sınır olarak kabul edilmesi, Milletler Cemiyeti, Irak’taki manda yönetiminin uzatılmasını ve Kürtler’e imtiyazlar tanımak suretiyle bölgenin Irak’a bırakılmasını uygun görmediği takdirde, Musul’un Türkiye’ye bırakılmasının uygun olacağı, İngiltere’nin Hakkari üzerindeki iddia ve isteklerinin kabul edilmemesi.

Türkiye’nin bu komisyon raporuna itiraz etmesi üzerine, Konsey, 19 Eylül 1925′te La Haye Adalet Divanı’ndan görüş istedi. Divan’ın verdiği karar, Milletler Cemiyeti Meclisi’nin işini kolaylaştırır nitelikteydi. Milletler Cemiyeti Meclisi, Türkiye’nin karşı çıkmasına rağmen, 8 Aralık 1925′te Divan’ın kararını benimsediğini açıkladı. Hemen arkasından da 16 Aralık 1925′te Soruşturma Komisyonu Raporu’nu kabul ederek, Brüksel Hattı’nın güneyindeki toprakların Irak’a bırakılmasını kabul eden kararını aldı.

Türkiye’nin Milletler Cemiyeti kararına tepkisi büyük oldu. Ancak dönemin iç sorunları, Türkiye’nin henüz yeni savaştan çıkmış olması ve uluslararası alanda yalnız konumda bulunması, daha fazla direnilmesine engel oldu. Türkiye defalarca Musul konusundaki İngiliz oyunlarını kabul etmeyeceğini açıklamasına rağmen sonunda mecbur bırakılarak, Cemiyet Meclisi kararına uydu ve 5 Haziran I926′da yapılan Ankara Antlaşması ile Musul’u Irak’a terketmeyi kabul etti.

Ankara Antlaşması, “sınır, iyi komşuluk ilişkileri ve genel hükümler” adı ile üç kesim ve toplam 18 maddeden meydana geliyordu. Antlaşmanın bir ve ikinci maddesi Türk-Irak sınırını tespit etmiş, 14. madde ise bölgedeki petrol gelirinin %10′unun 25 yıl süreyle Türkiye’ye bırakılmasını öngörmüştü. Ancak Türkiye daha sonra 500 bin İngiliz lirası karşılığında bu hakkından vazgeçti.


[Resim: osmanlini.jpg]

Musul’un Kaybedilişinin Bilançosu

Musul vilayeti, Türkiye’nin hakkı olmasına rağmen ondan alınmıştır. Bu vilayette yaşayan insanların da rızasına aykırı olan bu uygulamanın hiçbir siyasi, tarihsel, hukuksal haklılığı yoktur.
Bu çok açık bir gerçek olduğu için, genç Türkiye Cumhuriyeti Musul’dan vazgeçmemek için büyük çaba göstermiştir. Büyük Önder Atatürk, bu konuda son derece ısrarlı ve kararlı davranmıştır. Değişik tarihlerdeki demeçlerinde Musul’un anavatandan ayrılmaz bir Türk yurdu olduğunu defalarca vurgulamıştır.
Öyle ki Lozan Konferansı sonrasında Musul konusunun çıkmaza girmesi, Türkiye’yi, bölgeyi savaşarak kazanma düşüncesine dahi yöneltmiştir. Konferansın başarısızlığa uğraması halinde karşılaşılacak güçlükler için o zamanki adı Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti olan Savunma Bakanlığı tarafından “çok gizli” kaydıyla bir harekât planı hazırlanmış, fakat uygulanmamıştır.

Mustafa Kemal Paşa ve İsmet Paşa, Musul üzerine bir askerî harekâtı çeşitli zamanlarda müzakere etmişler, hatta Kâzım Karabekir Paşa’ya Musul’un alınması için teklifte dahi bulunmuşlardır. Tüm bu askeri operasyon düşünceleri, TBMM hükümetlerinin ve Mustafa Kemal Paşa’nın Misâk-ı Millînin gerçekleştirilmesi hususundaki hassasiyetinden ve özellikle de Musul’a verdikleri değerden kaynaklanmaktadır.

Musul’un kaybedilişini hazırlayan gelişmeleri özetlersek, şöyle bir tablo çıkarabiliriz:
Bu süreçte Türkiye’ye karşı oynanan ilk oyun, Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra Kerkük sancağının İngilizler tarafından haksız işgalidir.

[Resim: kc132s.jpg]

İkinci oyun ise Lozan Konferansı’nda Türk heyetinin Musul’un Türkiye’ye verilmesi amacıyla sağlam temellere dayanarak savunduğu mükemmel tezine rağmen, İngiliz baskısı ile Musul meselesinin sonraya bırakılması ve Milletler Cemiyeti’ne havalesidir.

Musul meselesinde İngiltere’nin şiddetle direnmesi bölgenin petrol kaynakları açısından zengin oluşu, stratejik önemi ve İngiltere’nin imparatorluk yolları üzerinde oluşundan dolayıydı. Bölgenin sahip olduğu bu özellikler, İngiltere’nin ısrarcı, uzlaşmaz ve baskıcı tutumuna neden olmuştu. İngiltere’nin ortaya koyduğu bu tavrın bir diğer sebebi de I920′li yıllarda hâlâ Türk Milleti’nin hayat hakkını tanımak istememesiydi. Yendiklerini sandıkları Türk Milleti’nin yeniden ayağa kalkarak düşmanlarını püskürtmesi ve haklarını geri istemesi, İngiliz yönetimini hem şaşırtmış hem de öfkelendirmişti.

İngiltere’nin bu tavrı karşısında Türkiye’nin dış politika meselesindeki yalnızlığı, Musul’un kaybedilmesinde öne çıkan önemli bir nedendi. Bu yalnızlık, Milletler Cemiyeti’nde açıkça görülüyordu. Türkiye, Cemiyet’in üyesi bile değildi. İngiltere ise asli ve kurucu üyesiydi. Bu yapıdaki bir kurumdan Türkiye lehine bir kararın çıkması oldukça zordu. Bunun yanı sıra İngiltere; Irak, Milletler Cemiyeti, Soruşturma Komisyonu ve dünya kamuoyu üzerinde özellikle propaganda alanında üstün bir durumdaydı.

Tüm bu tarihçe içinde belki de en önemli olan nokta ise, Türkiye’nin tam iki kez Musul’da halk oylaması yapılmasını istemiş olmasıdır. Bu, elbette, Türkiye’nin Musul halkının kendisine olan sevgi ve bağlılığından endişe duymadığı için ileri sürülmüş bir tekliftir.

O zamanlardan günümüze miras kalacak bir politika varsa, o da bu sevgi ve bağlılığı yeniden tesis etmek, Kuzey Irak’taki insanların kalbini ve zihnini kazanarak, Türkiye’yi bölge itibar, nüfuz ve etki sahibi bir güç yapmak olmalıdır.

[Resim: 230420140955252895291_4.jpg]


Misaki Milli Metni

[Resim: 220511_misaki_milli2.jpg]
1) Osmanlı Devleti’nin özellikle Arap çoğunlukla meskûn olup 30 Ekim 1918 tarihli mütarekenin imzalanması sırasında hasım orduların işgali altında kalan kısımların geleceği, halkın serbestçe beyan edecekleri oylara göre tayin edilmek gerektiğinden adı geçen mütareke hattının içinde ve dışında din, ırk bakımından birleşik olan, birbirlerine karşılıklı saygı ve fedakârlık hisleriyle dolu, etnik ve sosyal haklarıyla çevre şartlarına tam uyum gösteren Osmanlı-İslâm ekseriyetinin oturduğu kısımların tamamı hakikaten veya hüküm yoluyla, hiçbir sebeple birbirlerinden ayrılamaz bir bütündür. 

2) Ahalisi ilk serbest kaldıkları zamanda halkoylaması ile Anavatana katılmış olan üç il için (Elviye-i Selase) gerektiğinde tekrar serbestçe halk oylamasına başvurulmasını kabul ederiz. 

3) Türkiye barışına bırakılan Batı Trakya’nın hukuki durumun saptanması da orada oturanların tam bir serbestlik içinde beyan edecekleri oylarıyla belirlenmelidir. 

4) İslâm Halifeliğinin ve Osmanlı saltanatının başkenti ve Osmanlı Hükümetinin merkezi olan İstanbul şehri ile Marmara Denizi’nin emniyeti her türlü tehlikeden uzak kalmalıdır. Bu esas saklı kalmak şartıyla, Akdeniz ve Karadeniz Boğazlarının dünya ticaret ve ulaşımına açık olması hakkında bizimle diğer ilgili bütün devletlerin birlikte verecekleri karar geçerli olacaktır. 

5) İtilâf Devletleri ile hasımları ve bazı ortakları arasında kararlaştırılan anlaşma esasları çerçevesinde, azınlıkların hakları, komşu ülkelerdeki Müslüman halkın aynı haklardan yararlanmaları şartıyla bizce de kabul edilecektir. 

6) Millî ve İktisadî gelişmemizin imkân dahilinde gelişmesi ve daha çağdaş bir düzenli yönetimle işleri yürütmeyi başarabilmek için her devlet gibi bizim de tam bir bağımsızlığa ve serbestliğe ihtiyacımız vardır. Bu hayatımızın ve geleceğimizin ana şartıdır. Bu sebeple siyasî, adli ve malî vesair gelişmemize engel olacak kayıtlara karşıyız. Gerçekleşecek borçlarımızın ödenmesi şartları da bunlara aykırı olmayacaktır. 28 Ocak 1920


[Resim: misakimilli.jpg]

MİSAK-I MİLLİ… BİR MECBURİYETİN ANATOMİSİ

Bugünlerde herkesin “Acaba Türkiye bölünecek mi?” kaygısını yaşıyor olmasına karşın ben, son bölünmeden önceki “Vatan” ile bugünkü vatan topraklarının hukuki belgesi olan “Misak-ı Milli” üzerine değerlendirmede bulunmak istiyorum.

Hepimizin adımız gibi belleğine kazıdığı Misak-ı Milli ve onun getirdikleri, mevcut devletimizin uluslararası arenadaki en önemli hukuki belgelerinden birisidir. Gerek ortaya çıkış koşulları gerekse bize getirdikleri birçoğumuzun iyi bildiği ancak yeterliliğini pek tartışmadığı bu hukuki dayanaktır. Ancak tam olarak neyin ifadesidir, ne şekilde ortaya çıkmıştır, neleri getirmiş ve neleri götürmüştür?

Bütün bunlar günümüz koşullarında yeniden tartışılmaya muhtaçtır.

Birinci Dünya Savaşı’nın sürdüğü yıllarda, hem de Mondros Mütarekesi ile Osmanlı topraklarının fiilen işgal edilmeye başlandığı günlerde resmen ortaya çıkan Misak-ı Milli, Türklerin vazgeçilmez vatan sınırlarını belirleyen, uluslararası arenada Türkiye Cumhuriyeti’ne meşruiyet kazandıran en önemli belgelerden birisidir. Ancak yeni Türk Devleti’ne bu meşruiyeti sağlamasına karşın Misak-ı Milli’nin, çok zor koşullar altında ortaya çıkan bir belge olduğu için eksik kalan yönleri de vardır. Özellikle çizilen sınırlar konusu bugüne kadar yeterince tartışılmamıştır. Oysa ki 1918’de Wilson Prensiplerinin[1] dünyaya hâkim olduğu bir dönemde, Misak-ı Milli ile çizilen sınırlar, Osmanlı bakiyesi Türkleri ve Türklerle aynı kültür ve kader dairesinin içinde kalan toplumları kapsamaktan uzaktır.

[Resim: atat%C3%BCrk-%C3%BCn-istemedi%C4%9Fi-%C5...294551.jpg]

Tarihin Üç Önemli Belgesi

Misak-ı Millî’nin çizdiği sınırların ne olduğu gibi tartışmalardan uzaklaşarak belgenin niteliğine ve özüne biraz temas etmeye çalışalım. Bu belge niteliği ve taşıdığı özellikler dolayısıyla devletler hukuku ve siyaset bilimi alanındaki en önemli üç belgeden birisidir.

Günümüzün siyasal sınırları ve güç dengesi nasıl ki “1648 Westphalia Anlaşması” ile belirlenmişse, siyasal otoritenin biçimi ve ulusların (özellikle üçüncü dünyanın) bağımsızlık haklarının özü bu üç belgeye dayanır.

Bu belgelerden birincisi İngiliz Feodallerinin, Kral karşısında güçlerini pekiştirdikleri ve halkın egemenliğine giden yolu açan 1215 tarihli “Magna Carta Libertatum”’dur. Günümüz siyasal demokrasileri özü itibarıyla bu belgeyle doğmuşlardır. Yani mevcut siyasal sistemler bu belgeye dayanırlar.

İkinci önemli belge ise “1789 Fransız İhtilali” ile ortaya çıkan ve ulus-devlet düzeneğinin yeşerticisi olan “İnsan Hakları Beyannamesi”dir. Bu belge ile insan haklarına ve ulusal egemenliğe dayalı devlet sistemleri doğmuştur.

Üçüncü önemli belge ise Türklere ait bir belgedir. Bilinen adıyla Misak-ı Milli. Bu belge, diğerleri gibi insan hakları, devletin biçimi, demokrasinin içeriğine ilişkin detaylar taşımaktan ziyade ilk ulusal (milli, daha doğrusu bir milletin kendi gücüyle topyekûn ayağa kalkışı) bağımsızlık bildirgesi olarak karşımıza çıkar. Bu belgeyi özel kılan ise; imparatorluklar döneminde ulus-devlete dayalı ilk devleti çıkaran belge olmasının yanında o güne kadar sürmüş olan emperyalist egemen anlayışa karşı bir başkaldırı simgesi olmasıdır.

[Resim: Map%20Ottoman%20Empire.jpg]

Misak-ı Milli sadece içe karşı verilen bir mücadele değil aynı zamanda uluslar arası bir meydan okumadır. Bir başka önemli özelliği ise uluslararası sisteme karşı yöneltilen bir başkaldırı ve bir ulusal bağımsızlık bildirgesi olmasıdır ki diğerlerinden bu yönüyle tamamen ayrılır. Diğer ikisi devletin içinde krala ya da yönetime karşı bir çıkış iken Misak-ı Milli uluslar üstü ve hegemon sisteme karşı bir başkaldırıdır.

Magna Carta, zaten kralın gücünü paylaşan feodallerin, otoritesini biraz daha sağlamlaştırarak, bu durumu hukuki bir çerçeveye bağlamaktan öteye geçmezken, Misak-ı Milli, henüz resmen var olmayan bir devletin (daha doğrusu harita üzerinde parçalanmış bir devletin ardıllarının) sömürgeci emperyalizm karşısındaki eşsiz bir başkaldırısıdır

İnsan Hakları Beyannamesi ise; Onlarca önemli aydınlanmacı fikir adamının alt yapısını hazırladığı ve devletin, düzenin bir isyanla alaşağı edildiği bir zamanda ortaya çıkmış olmasına rağmen ortaya çıkışı ya da doğuşu itibarıyla bir olağanüstülük taşımaz. Misak-ı Milli’nin gerek ortaya çıkış koşulları gerekse belgenin muhatabı güçlerin o dönemdeki hâkim konumu ve en önemlisi tüm imkânsızlıklara karşın belgenin kısa sürede geçerlilik kazanması olağanüstülükler taşır.

[Resim: 123969.jpg]

Misak-ı Milli’nin Kabul Edildiği Siyasi Ortam

Misak-ı Milli her şeyden önce belge işgal altındaki bir başkentte ve kapısında işgal kuvvetlerinin askerlerinin nöbet tuttuğu bir mecliste kabul edilmiştir. Zaten bu belgenin kabul edilmesi Son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin kapatılma gerekçesi olmuştur.

Misak-ı Milli’nin meclis tarafından oylanmasından önce Edirne Mebusu Mehmet Şeref Bey’in yaptığı konuşmada;

“Ortaya, ölümümüze kadar sürecek olan, bir Misak-ı Millî çıktı. Bu öyle bir Misak-ı Millî’dir ki, Meclisimiz bunu kesin bir kararla bundan sonraki tarihimize kaydederken geçmişin güçlü ve parlak günleri kadar gelecekte de milletimiz için umduğumuz ve devletimiz için beklediğimiz en parlak günleri hazırlamış olacağız. “…”. Dünyadaki bütün acılı insanlara huzurlu bir gün yaşatabilmek için bunun, insanları çiğnemek ve esir yaşatmak istemediklerini ilân etmiş olan Avrupa’nın bütün uygar devletlerine duyurulmasını teklif ediyorum…” diyordu. Ardından önerge oylanmış ve teklif oybirliği ile kabul edilmiştir.

Misak-ı Milli’nin dikkat çeken satırbaşları şu şekilde özetlenebilir:

İşgal altındaki Arapların yoğunlukta olduğu İslam toprakları sosyal, dini ve beşeri bakımdan ayrılmaz bir bütünün parçasıdır ve ayrılamazlar.
Kars, Ardahan ve Batum için halkoylaması yapılmalıdır.
Batı Trakya’nın hürriyeti meselesi oylama ile belli olmalıdır.
Devletin adli, mali ve diğer alanlarında gelişmeyi engelleyici bağlar reddedilmiştir. Ortaya çıkacak devlet borçları ise yine bu esaslara göre ödenecektir.
Edirne Mebusu Şeref Bey’in sözlerinde dikkat çeken bir husus vardır. O da; geleceğe bir vasiyet bırakılmış olmasıdır. Yani ortada tam olarak kâğıda kaleme dökülemese de bir hayal vardır. Bu bakımdan belgenin yazıya dökülmüş halinin yanında yazıya dökülemeyen halinin, o günün koşullarında “hayal” olarak kalan kısmının etraflıca tartışılması gerekir.

[Resim: maxresdefault.jpg]

Milli Misak Türk Milletini Tutmuştur, Ama…

Misak, kelime anlamı olarak, tutmak, bağlamak, sabitlemek anlamlarına gelir. Bu anlamdan hareketle bu ahdleşme anlamının da etkisiyle Türk toplumunu uzun süre toparlamıştır.

Şimdi o günkü yapılan konuşmaları ve Misak-ı Milli’nin neleri içerdiğini biraz kenara bırakarak tartışmamıza geçelim.

Modern hukukta ve uluslar arası hukukta bazı kaideler vardır. Mesela “Eski anlaşmalar en iyi anlaşmalardır” sözü yazılı bir kural olmasa da teamüli geçerliliği olan, aktörlerin geçmişin sorunsuz zamanlarında imzalanmış anlaşmalarına sıkça atıf yaptığı bir sözdür. Bu söz, günümüzde devletlerarası ilişkiler her ne kadar belirli anlaşmalarla yapılmış olsa da, bu anlaşmaların kimi zaman olağanüstü durumlarda ya da belirli bir “hukuksuzluk” içerisinde imzalandığını ifade etmek için kullanılır. Bu bakımdan tartışma konusu olan hususların çözümünde geçmişin barış zamanlarında ve eşit şartlarda yapılmış anlaşmalarına atıflar yapılır.

Bir diğer önemli kaide ise yukarıdaki cümlede de nispeten geçtiği üzere anlaşmaların/akitlerin eşit taraflar arasında ve eşit şartlar altında imzalanmış olması hususudur. Aynı zamanda anlaşmaların belirli bir hakkaniyet ölçüsünde olması esastır. Hakkaniyet ilkesini gözetmeyen anlaşmalar daha o gün ölü doğmuş anlaşmalardır. Bunun en büyük örneklerinden ikisi “Sevres Anlaşması” ve “Versaille Barışı” olarak bilinen anlaşmalardır.

Sevr Anlaşması’nı, Misak-ı Milliyi hayata geçiren liderlik, tarihin çöplüğüne gönderirken Versay Barış Anlaşmasını da Adolf Hitler yırtıp atmıştır. Bunların her ikisi de hem kadim hukuka riayet etmeyen hem de mevcut koşullarında muhataplarının haklarını hiçe sayan anlaşmalardır. Bu sebeple yürürlükleri hiçbir şekilde olmamıştır.



Misak-ı Milli’nin İçeriği

Misak-ı Milli Belgesine geri dönelim;

Misak-ı Milli şu dört esas açısından hem o gün için hem de bugün için yeniden incelenmeye ve sorgulanmaya muhtaçtır. Bunlar;

Eski Anlaşmaların hiçe sayıldığı bir savaşlar çağında ortaya çıkan mecburiyet dolayısıyla çiğnenen hukukun iadesi, Osmanlı’nın ve O’nun geride kalan bakiyesinin hukuki statüsünü garantiye almış olan eski anlaşmalar,
Osmanlı kavramının sosyal ve içtimai sınırlarının doğru bir şekilde tespiti,
Sultan Abdulhamid’e iade-i itibar yolu açılarak Musul üzerinden eski hukuki hakların hayata geçirilmesi,
Osmanlının (Türk Egemenliği) olmadığı eski topraklarda yüz yıldır devam eden sorunları uygar batının hala çözememiş olması.
Misak-ı Milli, eski anlaşmalara ilişkin teamüllerin aç gözlü Avrupalılarca hiçe sayıldığı, hakkaniyet kuralının yerle bir edildiği bir ortamda, medeniyet denen canavarın tek dişini şarkın zayıf damarlarına ölümüne geçirdiği bir ortamda ortaya çıkmıştır.

Bir kere Misak-ı Milli’nin bu şekilde doğuşu bile Misak-ı Milli’nin asıl niteliğinden geride kaldığını göstermektedir. Çünkü silahların gölgesinde toplanan bir meclis ancak yangından kaçarcasına canını kurtarmaya çalışmış, kendi öz malı bir çok şeyden fedakârlıkta bulunmak zorunda kalmıştır. Silahların gölgesinde ancak ve ancak insanlığın en kutsal değeri yaşam hakkını gündeme getirebilmiş, sahip olduğu malını, mülkünü ve tüm hukuki haklarını gündeme getirmekten aciz kalmıştır. Bu koşullarda misak-ı Milli’nin sınırları bir mecburiyetin çizebileceği en geniş sınırlardır.

Misak-ı Milli bir başkaldırı olmasına karşın, ancak canının derdine düşen birinin düşünebileceği ya da hesaba katabileceği bir çerçeveye sahiptir. İnsanlık geleneğinde can’ın her zaman için bir dokunulmazlığı vardır. Misak-ı Milli de başkaldırısını yaparken çok da ileri gidememiş, ancak bu eski hukuk kaidesinin insafına sığınır bir ölçekte önce can tanımına giren toprakların sınırını çizmiştir.

[Resim: 1718yy-osmali.jpg]

Oysaki yangından kaçanların geride nice nice malı mülkü kalmıştır. Gerek Birinci Dünya Savaşı’nın saldırgan ve güçlü Avrupa’sının tutumu gerekse İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği yeni konjonktür karşısında Türkiye Cumhuriyeti, eski defterleri açmaktan hep kaçınmıştır. Özellikle Sovyetlerin ortaya çıkışıyla Avrupa ve Asya haritasının beklenmedik şekilde değişmesi hiçbir devlete adam akıllı geçmişin defterlerine el atma fırsatı vermemiştir.

Mesela Fransa ve İngiltere, Ortadoğu’dan güçlerinin zayıflaması dolayısıyla çekilirken bölgeyi sürekliliği arz eden sorunlarla baş başa bırakmış, çözümleri güçlenecekleri ileri bir tarihe yine kendi inisiyatiflerinde olacak şekilde ertelemişlerdir.

Ortadoğu’da hala devam etmekte olan sorunun temeli de Fransa ve İngiltere’nin o çok bilinen “Şark Sorunu” çerçevesinde bölgesel haritayı içinden çıkılamaz bir hale getirmeleridir. Bu çerçevede Fransa ve İngiltere bölgeye el atmayı hep istemişse de daha 1930’larda Hitler’in Avrupa için bir tehdit olarak ortaya çıkması, bu ülkelerin bölgeye ilgisini aynı derecede devam ettirmesini engellemiştir.

Türkiye için ise durum bilindiği gibi “Şeyh Sait İsyanı” ile sürecin ve ilginin kesilmesi şeklindedir. Daha doğrusu o dönemde ortaya çıkan “Milletler Cemiyeti”, Fransa ve İngiltere’nin isteği doğrultusunda Türkiye’nin güneyini (Musul) Türkiye’den koparmış, ancak İkinci Dünya Savaşı başlayınca da statüsü tartışmalı Hatay’ı bir rüşvet olarak Türkiye’ye ikram etmiştir.

Aynı çevrelerin yine statüsü tartışmalı “Oniki Adaları” Türkiye’ye vermemiş olması da ilginçtir. Çünkü o dönemde Almanya’nın krom ihtiyacını[5] karşılayan Türkiye’nin, Akdeniz’i kontrol etmesini sağlayacak olan Oniki Adaları elinde tutması tehlikeli bulunmuştur. Bu, olası bir Alman-Türk ittifakı durumunda Akdeniz’in, Fransa ve İngiltere tarafından tamamen kaybedilmesi demektir.

[Resim: anadolu-turk-beylikleri.jpg]

Bu davranış, 1935 Akdeniz Paktı ile Türkiye’nin güvenliğini İtalya’ya karşı garanti altına alan Fransa ve İngiltere’nin Türkiye ile yürüttükleri ilişkinin gerek içeriğini gerekse samimiyetini göstermesi bakımından çok önemlidir. Zaten bu yüzdendir ki İsmet İnönü, bütün ısrarlara rağmen –açlık ve kıtlık pahasına da olsa- Türkiye’yi fiilen savaşa sokmaya hiçbir şekilde yanaşmamıştır.

1950 ve sonrası ise dünyada yepyeni bir düzenin kurulduğu yılları ifade eder. Sovyetlerin yarattığı kırılma sonucu Varşova Paktı ve NATO Paktı ortaya çıkarken, bu iki paktın merkezinde yer almayan devletler ABD ve Sovyetler etrafında “kümelenmek” zorunda kalmışlardır. Haliyle böyle bir kümelenme ihtiyacı dünya devletlerinin hemen hepsini milli çizgilerinden ayrı bir siyasetin içine sokmuştur. Türkiye de bu çerçevede milli siyasetine NATO ayarı vermiş, uluslar arası ilişkiler ağındaki yerini NATO Konsepti’nin elverdiği ölçülerde almıştır.

Sovyet tehdidi ile ABD politikalarının cenderesine sıkışan Türkiye, 1989 yılında Sovyetlerin yıkıldığı güne kadar Misak-ı Milli hali hazırda elimizde bulunan sınırlarının dışında Türk Medeniyetine ilişkin en ufak bir emare aramamıştır[7]. Oysa, bin yıldır bu bölgede yaşayan Türkler, sosyal, ekonomik, siyasi ve kültürel izler bırakmış, kültürler ve toplumlar arası kaynaşmalar olurken demografi bakımdan da tüm bölge kozmopolit bir nitelik almıştır.

Sonuç olarak içine kapanan bir Türkiye ve dönemin mecburiyetleri gereği çerçevesi oldukça dar çizilmiş bir Misak-ı Milli’nin ancak elde edilebilen kısmına hükümran bir ülke. Gerek NATO’yla yürütülen bu bağımlılık ilişkisi gerekse Türkiye’nin kendine özgü içine kapanıklığı Türkiye’nin doğal hinterlandına ilişkin politikalar üretmesini engellemiştir.

[Resim: misakimilli.jpg]

Misak-ı Milli’nin Mutlak Anlamda Coğrafyaya Olan Kayıtsızlığı ve Yeniden Tanımlama Gereği

Gerçekçi Bir Misak-ı Milli Nasıl Olmalıdır?

Oysaki Türkiye, gerek şu an ki kurulu olduğu coğrafya itibarıyla gerekse devraldığı mirasın sosyo-ekonomik, tarihi ve kültürel coğrafyasının uzantıları bakımından çok büyük bir ülkedir. Bu sebeple Türkiye’yi “Edirne’den Kars’a kadar” diye tanımlayan bütün ifadeler külliyen yanlıştır.

Çünkü,

Gerek kendi dilimizin zenginliği gerekse ortak Osmanlı Türk kültürü dolayısıyla Basra’dan yola çıkan birisi bir tercümana gerek duymadan Kosova’ya, Üsküp’e kadar sorunsuz yolculuk edebilmektedir. Her ne kadar güneyimizdeki Arap coğrafyasında dil problemi biraz öne çıkar gibi olsa da “Türk” olduğunuzu belirtmeniz onlar için “dindaş, kardeş” kavramı çerçevesinde günlerce ağırlanmanıza yeterlidir. Böylesi bir kültürel kardeşliğin bir İstanbul’dan, Kars’tan ya da Ege’nin herhangi bir köyünden ayrı tutulması hangi hukukun öngörebileceği bir hakkaniyettir bunun sorgulanması gerekir. Aynı şekilde İpsala Sınır Kapısını aşan bir vatandaşımız tüm Balkanları, Makedonya’yı, Kosova’yı, Bosna’yı dil ve kültür problemi yaşamadan dolaşabiliyorsa, buraların ayrı bir “devletler hukuku kişisi” olarak görülmesi hukukun doğasına zehir katmaktır.

Ayrıca daha 1980’li yıllara kadar eski Son Osmanlı Halifesi adına hutbe okunan Sudan, Moritanya gibi Afrika ülkelerini de sayacak olduğumuzda harita çok daha geniş bir coğrafyayı içine alır. Her ne kadar bugün bu geniş coğrafyayı Pentagon Genişletilmiş Ortadoğu olarak yeniden tanımlayıp biçimlendirme işini bize vermiş olsa da ortada bambaşka bir gerçek vardır. Bugün Türkiye’nin siyasetçisiyle, aydınıyla, okuruyla, yazarıyla üzerine gitmesi gereken çok önemli konulardan birisidir. Her ne kadar bu geniş coğrafyanın tek bayrak altında birleştirilmesi teknik olarak mümkün olmasa da tüm bu coğrafyanın gerçek Misak-ı Milli’nin “Lebensraum”u olduğundan hareketle sınırların kademeli olarak yeniden tanımlanması gerekir. Öncelikli olarak en geniş haliyle bir tanımlama yapıldıktan sonra, tüm bölgeyi masaya yatırarak “birbirinin mütememmim cüzü” olan topraklar tek merkezli yeni bir haritanın içine alınmalıdır. İkinci aşamada ise asgari müştereklerin daha vazgeçilmezlerinden hareketle ikinci bir daire çizilerek birbirinden coğrafi, siyasi, ekonomik, kültürel, tarihi vb. yönlerden ayrılamaz yerler tespit edilmelidir. Mesela, hem dini hem de ırki bakımdan aynılığı olan bölgeler bu dairenin vazgeçilmez unsurlarıdır. Batum, Konya, Diyarbakır, Kars, Maraş, Samsun, Üsküp, Selanik, Musul, Kerkük, Halep, Bakü, Kıbrıs, Köstence ve akla gelebilecek onlarca şehir hepsi birbirisinin gerek sosyo-ekonomik, mimari ve kültürel bakımdan gerekse dinsel ve etnik bakımdan birbirinin kopyasıdır. Konuya bu açıdan bakınca bu kentlerin birbirinden ayrı düşmüş olması ancak ve ancak bir mecburiyet ve gayrı hukuksuzluğun baskın çıkması ile izah edilebilir.

[Resim: 20120122968ee361c67085677b6ad25c4af95375.jpg]

Misak-ı Milli çerçevesinde sürekli tartışılan özel bir konu olarak hep gündeme gelen Musul konusunda ise hem hukuki hem de teknik bakımdan basit bir çözüm yöntemi aslında önümüzde durmaktadır. Her ne kadar bu bölge 1925’te mecburi rızamızla Milletler Cemiyeti hüneriyle elimizden çıkmışsa da ortada yukarıda uzun uzun izah etmeye çalıştığımız bir hukuksuzluğun yarattığı statüko vardır. İngiliz Donanması’nın İskenderun Limanı açıklarında konuşlandığı bir ortamda savaştan yeni çıkmış bir devletin Musul için yapacak fazla bir şeyinin olmaması anlaşılır bir durumdur. Ancak bu konuda daha önceki hukuk yeniden masaya getirilmek zorundadır. Mesela Kars, Ardahan, Aras Çayı gibi konular; bugün mevcudiyeti devam etmeyen Sovyetler ile yapılmış anlaşmalar ile çözüme kavuşturulmuştur. “Devletlerin sürekliliği” ilkesi gereğince bugün olmayan bir devletle imzalanan anlaşma onun mirasçıları ile aramızda hukuki bir geçerlilik ifade ediyorsa aynı ilke Musul ve diğer konularda da işletilmelidir. Kıbrıs konusunda da aynı ilke geçerlidir. Kıbrıs, “İngilizlerin emanetçilikten gaspçılığa yöneldiği bir oldubitti” ile elimizden çıkmıştır. Bütün bunlarla ilgili hukuki tartışmalar, yeniden ve Osmanlının barış dönemi anlaşmaları çerçevesinde ele alınmalıdır.

Ayrıca Musul konusunda Sultan Abdülhamid’in özel hukuka ilişkin hakları yeniden işletilmelidir. Bilindiği gibi bölgede petrolün bulunması üzerine durumun gideceği noktayı fark eden Abdulhamid devletin gelecekte düşeceği zor durumları hesaba katarak Musul’u Mülk-i Şahane ilan etmiştir. Yani devletin masaya koyabileceğin bir kamu malı olmaktan çıkarıp, her daim korunan bir kişisel hukuk nesnesi haline getirmiştir. Burada yapılması gereken en önemli şey, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Sultan Abdulhamid’e vereceği bir iade-i itibar” ile ittihat Terakki’nin bu konuda yapmış olduğu hatayı düzeltmesidir. O dönemde Abdülhamid’in şahsına yapılan haksızlığın hukuken iadesi durumunda Musul üzerindeki haklar doğrudan Devletler Özel Hukuku konusu olacaktır ki bu durumda saltanat ailesinin mülkü olması nedeniyle Musul’un hakları doğrudan Türkiye Cumhuriyetine geçecektir. Çok zorlama bir yol gibi görünse de özel haklar her halükarda korunması gereken haklar olduğu için Musul üzerindeki uluslar arası hukuka ilişkin tartışmaların özel hukuk alanına çekilmesi başka devletlerin konuya el atmasının önünü önemli ölçüde tıkayacaktır. Konunun bu boyuta taşınması imkânsız gibi görünse de ortada önemli bir hukuki gerçeklik vardır. Eğer ki bu tartışmanın gerek toplumsal zemini gerekse uluslar arası hukuktaki tabanı yaratılabilirse neden “Aaa… Gerçekten de durum aslında böyleydi…” denmesini sağlayamayalım.


Dipnotlar:


[1] Wilson Prensipleri, Lenin’in Şark Coğrafyası’ndaki ulusların kendi kaderini tayin etme hakkını söylediği 1917’den bir yıl sonra Atlantik’in öbür tarafından ABD’nin başkanı W. Wilson’un Lenin’in düşüncelerine benzer şekilde ortaya koyduğu prensiplerdir. En önemli ilkesi self determinasyon ile halkların kendi kaderini tayin hakkıdır.

[2] Bu anlamda insan haklarına ilişkin daha sonra başka evrensel nitelikli beyannameler (Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi gibi) ortaya çıkmışsa da günümüz devletler sisteminin ve insan hakları kavramının temeli bu belge olarak kabul edilir.

[3] Daha önce ortaya çıkmış kimi ulus devletler belki ilk ulus devlet sayılabilir belki ancak bunların hepsi güçlü Avrupa devletlerinin himayesindeki mandater devletlerdir. Oysaki Türk Devleti güçlüye rağmen kurulmuş bir devlettir.

[Resim: anadolu_turkdevletleri.jpg]

 O dönemde Çanakkale’ye, Kafkasya’ya, Galiçya’ya akın akın saldıran Avrupa medeniyet dairesi Türkleri insandan bile saymamış hatta İngiliz Başbakanı Winston Churchill, İngiltere Lordlar Kamarası’nda, Türklere karşı gaz bombası kullanılmasına karşı gelenlere “Biz insanları zehirlemeyeceğiz ki. Siz Türkler’i insandan mı sayıyorsunuz? Onlar köpek ve domuz gibi ancak hayvan sayılabilir.” demiştir.

 Krom o dönemin ağır silah sanayisindeki en önemli hammaddedir. O dönemlerde dünyadaki en büyük ve önemli krom üretici olan Türkiye, bir yandan tarafsızlığını korurken bir yandan da gönlünden geçen Almanya taraftarlığını Almanya’ya krom satarak göstermiştir. Zaten Almanlar Edirne’ye kadar gelmiş olmalarına rağmen özellikle bu yüzden Türkiye’ye saldırmamıştır. Türkiye krom satışını Almanların savaşı kaybedeceğinin belli olmaya başladığı 1943 yılına kadar sürdürmüştür.

 Çok çetin bir tarafsızlık politikası izleyen Türkiye, Almanya’nın ardından Japonya’nın da savaşı kaybedeceğinin kesin olarak anlaşıldığı 1945 Mayıs’ında her iki devlete de resmen savaş ilan etmiş ancak fiilen de savaşa girmemiştir. Bu savaş ilanı sayesinde Türkiye, Dumberton Oaks Anlaşmasına göre Birleşmiş Milletlerin kurucu üyesi sıfatı kazanmıştır.

[Resim: maxresdefault.jpg]

Basit bir örnek vermek gerekirse, İran’daki Kaşkay Türkleri buna önemli bir örnektir. 1935 yılında Şah Rıza’nın uçakları Türkleri bombalarken, Türkiye İran’da Türk olduğu iddiasını resmi ağızlardan reddetmiştir. Bu reddiye 1989 yılına kadar da resmen sürmüştür.


Misak-ı Millî'nin orijinal elyazması metni :


[Resim: 1932192_10152293757242860_4744079291303685252_n.jpg]

[Resim: 10172622_10152293757442860_376005053989929259_n.jpg]

[Resim: 10309423_10152293755937860_7250222274339776245_n.jpg]


[Resim: 1972369_10152293755987860_8977632475646912069_n.jpg]


[Resim: 970184_10152293755642860_6962459919731824901_n.jpg]


[Resim: 10172622_10152293755667860_2160417113719278915_n.jpg]


[Resim: 10154131_10152293755567860_547673203710251502_n.jpg]


[Resim: 10250037_10152293757147860_6414270596809582751_n.jpg]


[Resim: 10253910_10152293757192860_2961722960445061457_n.jpg]


ÖM ile soru cevaplamiyoruz! Forum'a yazın cevaplardan herkes yararlansın!

 
  • 0 Oy - 0 Ortalama
Bu konuyu görüntüleyen kullanıcı(lar):
 1 Ziyaretçi
Bu konuyu görüntüleyen kullanıcı(lar):
 1 Ziyaretçi